top of page

Mezar Taşı

  • Yazarın fotoğrafı: Elif Leyal
    Elif Leyal
  • 9 Eyl 2020
  • 5 dakikada okunur

Güncelleme tarihi: 27 Kas 2020

Odamda pervasızca uğuldayan rüzgâr, bana ait olmayan kederi getirip başucuma bıraktığında çoktan uyumaktan vazgeçmiştim. …kimin kalbinin çatlaklarından dışarı sızıp rüzgâra karıştığını merak ettim. Altı gündür köyde kimse ölmemişti. Köylülerden bazıları ölümün, haritada toplu iğne başı kadar bile yeri olmayan bu köyü gözünden kaçırdığını düşünüyor; daha yaşlıları ise yıllar içinde alınlarında içe doğru hırpalanmış dehlizler oluşturan sabırla ve tam bir teslimiyetle sıralarını bekliyorlardı. Ben de o ihtiyarlardan biri sayılırdım artık. Sararmış duvarımda asılı aynaya her baktığımda gördüğüm kırış kırış alnım da bunun kanıtı. Kimsenin ölmediği zamanlarda, tıpkı bu gece olduğu gibi, kendi dehlizlerimde keşfe çıkıyorum. ….Duvarlarında kendi parmak izlerimi buluyorum, derinlere ilerledikçe birtakım uğultular duyuyorum, bir zamanlar dudaklarımdan dökülen, yahut kulaklarıma ulaşan uğultular anlamsız. Haddimden fazla kulak kabartıp uğultulara anlam kazandıracağımdan korkuyorum ve devam ediyorum. Daha derinlerde hıçkırıklarımı duyuyorum. Dehlizlerin duvarlarının bu denli yankı yaptığını bilmezdim. Feryat figan. Hala yolumu kaybetmemişsem daha derinlere ilerliyorum. Gülüşlerimi duyuyorum boğuk boğuk. Babam daha da derinlerde kahkahaların diğer tüm sesleri bastırdığını söyler. Ne kadar doğru bilmiyorum. Ben oraya hiç ulaşamadım.

Yatağımdan kalkıp ışıkları yakmak üzere düğmeye uzandım el yordamıyla. Ampul ilk başta yanar gibi olduysa da birkaç saniye sonra aniden sönerek odayı karanlığa gömdü. Hafiften canım sıkıldı ama fakirliğimden dert yanmayı aklımdan bile geçirmedim. Kendimi bildim bileli fakirdim ben. Hep aynı kalple sevdim sözgelimi. Onca yıl kalbimden dertlenmemişken iki ucuz ampule “âh” etmem.

Derhal çekmecemdeki kibritlere uzandım. Karanlıktan korktuğumdan değil de, bana ait olmayan elemin karanlığı fırsat bilip katmerlenmesinden çekindim. Tutuşturduğum kibritlerle duvardaki kandilleri yaktım bir bir. Henüz sonuncuya ulaşmamıştım ki rüzgâr olanca sinsiliğiyle hala açık olan pencereden içeri süzülüp yaktıklarımın üzerine üfleyiverdi. Bir koşu gidip pencereyi kapattım ve bu defa başarıyla son kandili de tutuşturdum.

Titrek ışıkların yarattığı uzun gölgeleri takip ettim odanın bir ucundan diğerine. Ne vakit bir gölgenin sonuna ulaşsam bir diğeri olanca heybetiyle tepemde beliriyordu. Gölgeleri kovalarken aniden sayıları arttı, birleşip peşime düştüler beni avlamaya. Can havliyle koparılmamış takvim yapraklarının arasına attım kendimi. Kopmamış yapraklardan zarar gelmez. Varlıkları unutulmuştur. Beni soluk gri ince kağıtlarıyla dört bir yandan sardılar. Bir an, yalnızca küçük bir an için emniyette hissettim kendimi. Hemen sonra yalnızlığın, unutulma korkusunun pençesine düştüm. Giderek küçülen bedenimi çevreleyen ince kâğıttan kurtulmak için çırpındım ama nafile. Sonumun böyle olacağını düşünmezdim. Son bir umut, canhıraş bir çığlık kopardım. Daha demin beni avlayan gölgeler sesimi duydular, el birliğiyle takvimden kopardılar beni. Süzüle süzüle yere, kurtların kemirdiği tahta döşemenin üzerine indim.

Kendimi toparlayınca kurtarıcılarıma baktım. Meğer en başından beri beni avlamak değilmiş niyetleri. Beni uyanık tutmak imiş. Yok efendim yapacak mühim işlerim varmış. İnanmadım tabi. 6 gündür kimse ölmedi diyorum, ne işi? Eskiden olsa kapım bitkin düşmüş bir el hareketiyle iki kere tıklanır, gelenler ruhsuzca içeriye buyur edilmeyi beklerdi. Böyle zamanlarda kapının acıklı acıklı gıcırdamasına müsaade ederek konuğumun acısını paylaştığımı anlatırdım kendimce. İlkin elemin çürümüş kokusu çarpardı yüzüme. Bu kokuyu nerede olsa tanırım. Bu gece rüzgârın başucuma bıraktığının aynı, neredeyse görülebilecek kadar yoğun, nezaketsiz bir ruhun katiyen tahammül edemeyeceği kadar yakıcı bir koku. Ziyaretçimi içeri buyur ederken bu koku da fırsattan istifade süzülür, açıkta kalmış yemeklerime, mobilyalarıma siner; günlerce de geçmezdi.

Ziyaretçilerimin çoğunu tanırım. Bahsettiğim toplu iğne başı kadar köyde kendi hallerinde yaşarlar. Yalnız seyrek de olsa çevre köylerden ünümü duyan, meşakkatli yola talip olan birkaç kişiyi de ağırladığım olmuştur. Gelen kim olursa olsun beraberinde getirdiği koku aynıdır, yaşananlar da öyle. Dudakları istemeye istemeye söyler. “Falanca bu sabah vefat etti”

Böyle anlarda gözlerimden sinsi bir zafer dalgası geçer gider, alnımdaki dehlizlere yerleşir, münasip bir vakit keşfetmem için yahut ebediyen unutmam için.

Falanca öldü, o halde ben yaşıyorum.

Varlığımı bir başkasının ölümünde kanıtlıyorum kendime. Bak, diyorum, ölü olmadığımı söylemiştim. İçime alaycı bakışlar atarken “Falanca” ile göz göze geliyorum. Kendinden utanmalısın, diyor. Öyle ya, diri olup olmadığını anlayamamak acziyetin kaçıncı boyutu?

Yaşam emaresi vermeyen aklıma veyl ediyorum.

Attığına beni ikna edemeyen kalbime veyl.

Falanca’nın ölümüyle diri olduğumu anımsamak bana tarifsiz bir zevk verse de içimde aniden alevlenen yaşama coşkusunu kendime saklamaya karar veriyorum her defasında. Derhal hüzünlü bir maske geçiriyorum yüzüme. Elemin kokusunun sebep olduğu tiksintiyi bastırıyorum. Dostane bir tavırla Falanca’dan övgüyle bahsediyorum, hiç tanımamış olmama rağmen. “Hepimiz er geç Hüvelbaki yazısıyla baş başa kalacağız” diyerek teselli ediyorum gözü yaşlı ziyaretçilerimi. En nihayetinde soruyorum. “Rahmetli nasıl bir mezar taşı isterdi?”

İkimiz de misafirimin cevabının Falancanın zevkleriyle zerre ilgisi olmadığını, yalnız tek kuruşunu bile götüremediği mirasın büyüklüğüne bağlı olduğunu biliyoruz. Biliyoruz da, ses etmiyoruz. Varsın yapacağım mezar taşı Falanca’nın zevklerine uymasın, ne çıkar? Nihayetinde ortak bir modelde ve fiyatta anlaşıyoruz. Falanca hariç herkes memnun.

Misafirimi yolcu ettikten sonra hiç vakit kaybetmeden başlarım taşı oymaya. Bir yandan da düşünürüm, “Rahmetli nasıl birisiydi acaba” diye. Benim gibi fakir miydi, tek kalple mi sevdi ne sevdiyse? Belki de her toprağa tutunan arsız bir sarmaşık gibiydi. Öyleyse nihayet sonsuz yeşereceği bir toprak bulduğu için sevinirdim onun adına. Yahut güçlü kudretli biriydi belki de. Öyleyse üzülürüm. Cihana sığmayan adam daracık mezara nasıl sığacak?

Falanca hakkında sonsuz fikir üretirim taşı oyarken. Hepsinin doğru olduğuna inanırım, fakat bunun bir önemi yoktur. Çünkü o, Falanca. Bir ismi bile yok artık. Olsa da fark edeceğini zannetmem. Bazen insanlar bir isme sahip oldukları halde ölüyorlar…

Ne yapar ne eder ikindi namazına müteakip cenazeye yetiştiririm mezar taşını. Ellerim maharetlidir. Üç kuşaktır mezar taşı oyarız. Babamın mezar taşını ben oydum. Babam da kendi babasınınkini oymuş. Zarif süslemeleri nakış nakış işleriz soğuk taşa. Öyle ki, kaba saba taşlar, mermerler buna layık olmadığına inanır ilkin. Biz madırgamızı daha güçlü vurdukça bileğimize kuvvet, taşa can gelir.

Bu gece de keskiye ilk madırgamı vurduğumda aklımda mezar taşı yapmak vardı. Rüzgârın elemi bunun için başıma bela ettiğine, gölgelerin mezar taşı yapmam için beni kovaladığına hükmetmiştim. Yapabildiğim yegâne şey olduğu için mezar taşlarına sığındığım aklıma gelmedi. Bunun yerine içinde mahsur kaldığım zamanlarda koparmadığım takvim yapraklarından hayli ürkmüş, ölümü adım adım yaklaştırmaktan korktuğum için takvimden uzak durduğumun dehşetle farkına varmıştım. Her şeye rağmen, ölümün köyümü unuttuğuna inanmayacak kadar da aklım başımdaydı. Ölüm, yakındı ve benim mezar taşımı işleyecek oğlum da yoktu.

Kollarımı sıvadım. Büyükçe bir taş çıkardım arka taraftaki odunluktan. Daha doğrusu bir kaya, evet kesinlikle bir kaya. Bana da bu yakışır. Madırgamı vurduğum yerlerden büyükçe parçalar kopmasını, arkalarında yoğun bir toz bulutu bırakarak gürültüyle yere düşmelerine tanıklık ettim. Artık ne elemin tiksindirici varlığını hissediyor, ne dehlizlerimdeki uğultuları duyuyordum. Yalnız birbirlerinin üzerinden akan toz zerrecikleri ve çekicin inip kalkarken çıkardığı tok sesler. Tam bir curcuna. Tam bir sükût hali.

Zaman geçiyor, yere düşen parçalar giderek küçülüyordu. Artık oymaya başlamıştım. “Tak. Tak.” Seslerinin kesilmesiyle düşüncelerimi duymaya başladım. Çekiç seslerini aratmıyor; öylesine yüksek, öylesine şiddetli. Çıldırmamak için anlatmaya başladım. Kendime anlattığımı söylüyorum kendime. En yalnız mırıldanışların bile görünür veya görünmez bir çehreye, bir muhataba ihtiyaç duyduğunu bilmesem buna inanacağım. İşte buyum ben, kendine yalan söylemeyi beceremeyen bir taş ustası.

Gece uzun, işlemeler detaylı. Öyleyse kaya ile konuşmamı doyasıya sürdüreceğim. En azından kayayı muhatabım bellemiştim. Ufak tefek muhabbetlerle girdim lafa. Baktım kaya kupkuru bir bekleyişle yanıt veriyor, dilimin fırsatçı bağları teker teker çözüldü. Anlattıkça anlattım. Kaç dakika olduğunu bilmediğim saniyelerce ve kaç saat olduğunu bilmediğim dakikalarca anlattım.

Ben anlattıkça ve anlattıklarımı işledikçe sert yüzeye okşar gibi, kaya kendi sözünü dayattı. Dehlizleri benimkileri andıran bir heykel oldu çıktı inatla. Tırnaklarımı o zaman kullanmaya başladım. Ta ki kaya tam bir heykele, heykel anıta, anıt bana, ben Falanca’ya, Falanca toprağa, toprak kayaya dönüşünceye dek. Parmaklarım kanamaya başladı. Kaya, Falanca’nın mezarı gibi etimde bir ürpertiye sebep oluyorsa da ruhuma diş geçiremiyordu. Ruhumu dokunulmaz sanıyorum. Bir parça da artık boyumca yerden fışkıran heykele işlemeye kalkıştım. Bir kez daha keskime uzandım.

Kimin kimi yonttuğunun ayrımına varamıyorum artık.

Nihayet ellerim yorgunluktan iki yana düştüğünde şaheserim de tamamlandı. İki adım gerileyip beğeniyle onu izledim. Kusursuz. Gece başladığında üzerine çökmüş hantallıktan bir çırpıda sıyrılmış. Yine de onda beni rahatsız eden bir şeyler sezinliyordum. Aletlerim arasından en büyük çekicime uzandım. Karşımda gözleri korkudan kocaman olmuştu.Dakikalar önce ona zarar verebileceğime ihtimal vermiyordu halbuki. “Kusursuz olacaksın” dedim onu teskin etmek için. Kusursuz olmayacaksan sonsuza dek yok olabilirsin.

Kalan son gücümü kullanarak çekici karşımdakine doğru savurdum. Tam kalbine. En kusurlu yeri orası gibi gelmişti.

Kıpkırmızı kan tahta döşeme tarafından emilirken vücut parçaları yerdeki taş parçalarına bulandı. Yerde parçalanmış vaziyetteki vücudun yanında duran keskiyi kavrayıp alnımdaki dehlizleri düzelttikten sonra hiç vakit kaybetmeden tezgâhın başına geçtim. İkindi namazına müteakip cenazeye yetiştirilecek bir mezar taşı vardı.

Son Yazılar

Hepsini Gör

Comments


Yeni Yazılardan Haberdar Olmak İçin:

Thanks for subscribing!

İki Satır Da Siz Bırakın

Yakında Görüşürüz!

Tüm hakları saklıdır İzinsiz kopyalanamaz.

bottom of page