top of page

Almanya Günlükleri-26

  • Yazarın fotoğrafı: Elif Leyal
    Elif Leyal
  • 17 Ağu 2022
  • 3 dakikada okunur

Berlin ilginç bir şehir. Bu zamana kadar Almanya hakkında alışık olduğumuz pek çok olguyu alt üst ediyor. Hepsini anlatacağım.


Öncelikle sabah Humbolt Üniversitesi’ne görüşmeye gittik. Max Planck’ın mezun olduğu okul olması hasebiyle ne zamandır merakımı cezbediyordu. Görüşmeye giremedik, zira yüz yüze görüşme yapmıyorlarmış. Bunu da görüşme odasının kapısına yazmışlar. Bunun haricinde Humbolt, üniversite deyince aklınızda canlanan her şeye sahip. Ana binası asırlık bir taş bina, her köşesinden farklı bir heylel kafasıı uzatıyor. Merdivenlerden çıkarken rönesanstan kalma bir gravürün önünden geçmek oldukça olası. Orada İranlı bir kızla tanıştım. Görüşmeye gelip görüşemeyenlerdendi. Benden bir yaş büyük, ismi Hanieh. Kısa zamanda aramızda samimiyet oluştu. IB’yi sağ salim bitirmiş kendisi, bana şans diliyor ve ekliyor “kasım sınavlarına giriyorsan ihtiyacın olacak.” Benim henüz görüşmediğim başka üniversitelerle de görüşmüş. Beni saatlerce sürecek zahmetten kurtaran bazı bilgiler verdi. Berlin’deki diğer üniversitelerin de görüşmeleri sanal ortama taşıdıkları bilgisi gibi.) Bir mail değiş tokuşu yaptık. Düşündüğüm zaman çok ilginç bir durumun içinde olduğumu görüyorum. Farklı memleketten bir kızla farklı bir memlekette karşılaşıyoruz ve dahası ortak dertlere, ortak heyecanlara sahibiz. Birbirimizin dilinden anlıyoruz. “IA'lerini neden hala bitirmedin?” diyor, “ne sen sor ne ben söyleyeyim,” diyorum.



Oradan çıktığımızda yolumuzun üstünde olan Berlin Katedrali’ne uğradık. İlk defa bir ibadethaneye ücretle girildiğini gördüm. Ortalama bir müzeye verebileceğimiz bir para ama katedral olunca vermek istemedik. Asıl rotamızda, meşhur TV kulesi Fernsehturm’a geldik. Burası 370 metreye yakın yüksekliğiyle şehrin silüetini oluşturan en önemli yapı. En üst katından tüm Berlin’i görebildiğiniz söyleniyor. Bu hevesle yarım saat sıra bekledik, kasaya yaklaştığımızda ise bilet fiyatlarını 24,5 euro olduğunu görüp girmekten vazgeçtik. Şehri tepeden göremediğime değil, sıra beklediğime yanarım. Turistken kaybedilen zaman ve para daha değerli görünüyor insana. Derken bir anda şehrin en popüler bölgesi Alexanderplatz’da (Berlinlilerin dilinden Alex) bulduk kendimizi. Bir rivayete göre Berlin’de bütün yollar buraya çıkıyormuş. Dolaştık durduk, Alex’i bitiremedik. Ancak daha planımızda gezilecek görülecek mekanlar vardı.




Brandenburg Kapısı’nda aldık soluğu. Böylece şehre literal olarak giriş yapmış olduk. Parmak uçlarıma kalkıp Quadriga heykelini görmeye çalıştım. Napolyon’un çaldığı heykel imiş. Ardından Holokost Anıtı’nı ziyaret ettik. Açıkçası pek anıta benzer bir hali yoktu. Göz alabildiğine sıralanmış farklı yüksekliklerde beton bloklardan oluşan bir alan. Kafa karıştırıcı, insanlar blokların arasında bir anda gözden kayboluveriyor. Zannediyorum ki amaçlanan da buydu, kaybolmanın dehşetini insana hissettirmek. Duygu bana pek geçmedi, ne diyeyim?




Günün son durağı Reichstag binası, nam-ı diğer meşhur Bundestag. Binanın önüne ulaşmamız uzun sürdü, çevresinde inşaat vardı. Ama inşaat alanı binanın görkemine gölge düşürmüyor. Bana kalırsa ükenin yönetildiği bina olmaya layık. Duyduğuma göre aylar öncesinden rezervasyon yaptırarak içini gezmek de mümkün oluyormuş. O cam kubbeye elbet çıkılır ama başka geziler kapsamında. Zira bütün görülecek yerleri tek seferde harcamamak lazım. Daha Zizum’la geleceğiz Bundestag’a, içine de o zaman gireriz.



Metroya giderken yolumuzu nehir kenarına düşürdük. Gün batıyordu. Berlin gözümde güzelleşti. Gezdiğim şehirleri birbirleriyle kıyaslıyorum kafamda sürekli. Bunları da oturup yazacağım. Şimdilik Berlin’e dair birkaç tespitimi aktarayım. Öncelikle pis bir şehir. Metroya bindiğimde belirli aralıklarla kendimi dezenfekte etme ihtiyacı hissediyorum. Biraz M1 hattının metroları gibi, diğer hatlarla karşılaştırınca aradan sırıtıyor. Örneğin metronun kapısını manuel açmak gerekiyor. Genelde birinin açtığı kapıdan içeri giriveriyorum, giderayak hastalık kapmayayım. Bunun haricinde, gördüğüm kadarıyla kuralların en esnek olduğu şehir Berlin. Toplu taşımada maske takmayan çok kişi var, araçlar için hız sınırları esniyor, yayalar kırmızıda karşıdan karşıya geçiyor. Alışmıştık Alman düzenine ama laf etmiyorum, İstanbul için ısınma turu gibi oluyor. Bu etkiyi sağlayan birkaç şey daha var. Misal, Berlin pek yaşil bir şehir değil. Elbette parklar ve nehir kenarında ağaçlar var ama şehre sonradan konduruluvermiş gibiler. Ağaç yerini yadırgar mı hiç? Son olarak şehir trafik kokuyor. Trafik var demiyorum, trafik kokusu var. Bu da sanırım ağaçsızlıkla doğrudan ilişkili. Yine de Berlin’in çok üstüne gitmemek lazım. Bana kalırsa tıpkı İstanbul gibi özünde çok asil bir şehir, sadece artık her ikisi de insan yorgunu.

 
 
 

Comments


Yeni Yazılardan Haberdar Olmak İçin:

Thanks for subscribing!

İki Satır Da Siz Bırakın

Yakında Görüşürüz!

Tüm hakları saklıdır İzinsiz kopyalanamaz.

bottom of page