Almanya Günlükleri- 2
- Elif Leyal
- 24 Tem 2022
- 4 dakikada okunur
23 Temmuz Cuma
Tembel turist mi olur? İlk günün günahı olmaz diyorum ve planladığımızdan geç uyanmamızı kabulleniyorum. Mütevazı bir kahvaltının ardından ilk iş “Postident” çağrı merkezini arayıp 5 dakikalık görüntülü görüşme ile Alman hattı için başvuru yapmak oldu. Ardından hazırlanıp çıktık. İlk durak, (Birkan hocamın önerisiyle) Palmengarten. Bir otobüs, bir tren ve bir metro kullanmamız gerekti. 3 ay için Almanya’da tüm toplu taşıma araçlarında geçerli 9-euro değerinde bir bilet var ve bundan dolayı ulaşımda hiçbir sıkıntı olmuyor.

İstasyonlara ilk girdiğimde gözlerim bileti okutacak turnike aradı, fakat böyle bir sistem yok. Öylece bindik. (Açıkçası bileti aldım ve şimdiye kadar cüzdanımdan çıkarmam gerekmedi.) Yolculuklar uzun sürüyor ancak canım bir an bile sıkılmadı, öyle ilginç insanlarla karşılaştık ki... “Anime” temalı giyim kuşam oldukça yaygın. İlk gördüğümüz anime kızıyla fotoğraf çekinmekten eksik kalamazdık.
Aktarma yaptığımız yer, Hauptbahnhof (ana istasyon) kaosa teslim olmuş durumda. Trenden indiğim anda ben de bu kaosun bir parçasıydım ardık. İnterentimiz de olmadığı için bineceğimiz metro hattını bulmamız uzun sürdü. Ancak denk geldiğimiz bütün insanlar bize yardımcı olmak için adeta birbirleriyle yarıştılar. Bizi peşine takıp durağa götüren de oldu, kendi bilmediği yolu intenetten araştırıp bize tarif eden de. Güç bela Palmengarten’a ulaştık. Burası devasa bir botanik bahçesi. Girişi öğrenci için 3 euro. Göz alabildiğine çiçek, adım başı yeni bir endemik bitki. Bir zaman evvel okuduğum bir yazı, insanın mutluluk için haftalık “yeşil kapasitesi”ni asgari miktarda doldurması gerektiğini tartışıyordu. Eğer “yeşil kapasitesi” diye bir şey varsa ben ömür boyu tek bir çimen görmesem bile mutlu olabilirim. Elimizde parkın haritasıyla saatlerce dolaştık, adım atılmadık yer bırakmadık (haritada görünen ancak bizim asla bulamadığımız bambu ormanı hariç). En sevdiğim bölüm kesinlikle kelebek bahçesiydi. Nem ve ışık dengesi özel ayarlanmış bir seranın içinde renk renk kelebekler etrafımızda uçuşuyordu. Bundan yıllar önce İstanbul Tıbbi Bitkiler Bahçesi’nde bir kelebeğin peşine takılıp kaybolmuştum (yaş 4). Yıllar geçti, bu yaratıklar hala beni büyülüyor.

Botanik bahçesinin her köşesi ilmek ilmek işlenmişti desem yeridir. Bazı kapalı binaların çevresi ve bulamadığımız bambu ormanı hariç tek bir yaprak bile yerinden oynamamıştı. Öğle yemeğimizi de oradaki gölün kıyısında yedik. Oradan ayrıldığımızda bahçenin çevresini keşfetmeye başladık. Goethe Üniversitesi’nin kütüphanesine girmeyi denedik fakat başaramadık. Işığa çekilen küçük böcekler gibi uzaktan beğendiğimiz binalara ulaşmaya çalıştık. Sanat galerisi olduğunu iddia eden gayet kibirli bir bina bizi aldatınca (apartman çıktı) metronun yolunu tuttuk. Hemen her sokakta bir metro girişi var zaten, bize en yakın olanına girdik. Tam o sırada durağın adının “Senckenbergmuseum” olduğunu fark ettik. Dümdüz bir mantıkla “buralarda bir yerlerde durağa adını veren bir müze olmalı" dedik, 0 internetle onu aramaya başladık. Temel yol bulma yöntemimiz: “Ben Senckenbergmuseum olsam hangi sokakta olurdum?” Bitkin düşene kadar aradık. Merakım da arttı, gerçekten çok istedim ne olduğu hakkında hiçbir fikrim olmayan bu müzeyi görmeyi- en azından dışarıdan. Tam vazgeçip yine metroya yöneldiğimiz sırada ne görsek beğenirsiniz: Senckenbergmuseum! Serendipity/ Serendipität/ Mutlu tesadüf. Artık kimin duasıydı bilmiyorum.

Senckenberg Natur Museum. Böyle bir müze olamaz. Şimdiye dek gezmekten en çok keyif aldığım müzeydi. Tema: Biyoçeşitlilik. En ilkelinden en kompleks yapılılara karar aklınıza gelebilecek her türlü organizma hakkında ayrı bir salonu vardı. En çok ilgimi çeken bölümlerden birisi “Rock Fossils” idi. Ünlü rock gruplarının yeni keşfedilen fosilleri adlandırmadaki etkisi bol rock müzik eşiğinde ziyaretçilere sunulmuştu. Bununla birlikte müzedeki bölümler arasında su altı yaşam ve özellikle bioluminesans salonu ise favorim oldu.
Birtakım tarihi ve hassas objeler hariç hemen her şeye dokunmak serbestti. Hatta teşvik ediliyordu (bkz. fotoğraflar). Şeylere duyduğuğum hayret arttı. Hiç abartamdan söyleyebilirim ki kapsamlı bir Biology HL tekrarı da yapmış oldum. IB konusunda vicdanım bir süre rahat. Özetle, bu müzenin karşıma çıkması küçük bir mucizeydi. Akşam zorla kapının önüne koyulana kadar (müze kapanıyordu?) da içinden çıkmadım.
Oradan ayrıldığımızda hemen yan tarafta Goethe Üniversitesi’nin kampüsü vardı. Türkiye’deki haliyle kampüs demeye bin şahit ister. Şehirle iç içe, ne bir duvar ne bir çitle ayrılıyor. Yalnızca üstünde fakülte ismi yazan binalar. O taraftan gelen insanlara sorduk, eğer bu üniversitede okuyan birini bulsaydık küçük çaplı bir tur yahut en azından üniversite hakkında genel bilgi alacaktık. Bütün girişimlerimiz başarısız olunca, üstüne yorgunluk da eklenince -bu sefer gerçekten- metronun yolunu tuttuk.
9-euro biletlerden dolayı trenler ve metrolar oldukça kalabalık oluyor, ancak bu sefer biner binmez yan tarafta boşluk vardı. Karşımda, maskeye rağmen (toplu taşımada maske zorunluluğu var) tanıdık bir çehre buldum. Henüz hazırlıktayken katıldığım İELMUN’19 konferansında bana komite yöneticiliği (chairlık) yapmış olan Mr. Christian. Serendipity n.2! Onun Türkiye’de katıldığı tek konferasmış, benim de İEL’de katıldığım tek konferanstı. Kendisinin beni tanıması için komitede temsil ettiğim ülkeyi söylemem gerekti. “Nasıl unuttunuz, bana best yerine out vermiştiniz ya!” Yol boyunca Almanya hakkında merak ettiğim ne varsa sorma fırsatım oldu. En güzel haberi sona sakladım: Kendisi Goethe Üniversitesi’nde öğrenciymiş. Sere… neyse anladınız. Alman hattımız olunca muhakkak onu aramamızı, bizi gezdirebileceğini söyledi. Önümüzdeki hafta bütün bir günü buna ayırıyoruz, zira tıp fakültesi çok çok büyük.

Akşam son olarak Lidl markete uğrayıp hatlarımıza kontör yükledik. Yarından itibaren kullanmaya başlayabileceğiz gibi görünüyor. İnternetimiz olmamasına rağmen beklediğim kadar çaresiz değildik. Haritalar çizdim, not defterime yol tarifleri yazım, sokak adları ezberledim. Size 4 yaşında kelebeğin peşinde kaybolduğum zaman nasıl kurtulduğumu anlatmış mıydım? ALO deterjanın reklam filmi çekiliyordu, hani şu çiçeklerini sularken beyaz gömlek giyen kızın oynadığı film. Kameraların tüm bahçeyi saran kablolarını adım adım takip ederek reklam ekibine, oradan da bekçilere ulaşmıştım. Bu özgüven kabloları takip eden küçük kızdan geliyor, internet de neymiş! Bunları size anlattım diye yarın kesin kaybolacağım, içimde böyle bir his var. Benden haber alamazsanız beni Senckenberg’deki dinozorun altından alın. Yine de,
sabah ola hayrola.
Serendipity kelimesi hiçbir zaman bu kadar anlamlı gelmemişti :)