top of page

Almanya Günlükleri-3

  • Yazarın fotoğrafı: Elif Leyal
    Elif Leyal
  • 25 Tem 2022
  • 3 dakikada okunur

Güncelleme tarihi: 27 Tem 2022

Schön, dass du da bist!

Sabah gittiğimiz Evanjelik kilisesinin girişinde böyle yazıyordu. “Burada olman ne güzel!” Günlerden pazar olduğunu, kahvaltımız süresince bize eşlik eden (?) çan sesleri hatırlattı. Seremoninin sonuna yetişsek de bir kısmını dinleyebildik. Sanırım standart ilahileri her kilise kendine has bir şekilde yorumluyor, fakat bahsetmek istediğim seremoniden ziyade tanıştığım Deborah isimli bir kadın. Geldi, bizimle tanıştı, kibarca kahve içmeye davet etti. Ona Evanjelikler hakkında sorduğum soruları sabırla cevapladı. Düşündüm ki hayatta bazı meselelerde nezaket, başat yöntem olarak insana yetiyor.


Günün devamında rotamız Altstadt (eski şehir) idi. Yaklaşık yarım saat süren tren yolculuğumuzda uyuklamaya başlamıştım ki görevlinin sesiyle yerimden sıçradım. Bilet kontrolü. Bileti olmayana 60 euro ceza. Uyku sersemi bileti çantamda bulamadığım yarım dakikada yaşadığım paniği tarif edemem. Bileti gösterdikten sonra da bu panik geçmedi. Meğer biletlerin üstüne ismimizi yazmamız gerekiyormuş. Turist olduğumuzu anlayınca görevli bizi uyarmakla yetindi ve kontrolü başarıyla atlattık. Trenden indiğimizde ilk olarak duvarında kocaman bir delik olan bir alışveriş merkezine girdik. Aslında Frankfurt’un tam merkezi sayılabilecek bir caddenin üzerinde olmasına rağmen (ve tabi alışveriş merkezi olmasına rağmen) ortalık oldukça tenhaydı. Yaptığım araştırmalarda Pazar günü Almanya’da çoğu dükkanın kapalı olduğundan haberdardım, ancak bu kadar beklemiyordum. Restoranlar, kafeler ve turist avlayan hediyelik eşya dükkanları hariç her yer (ama her yer) kapalıydı. Bir ekmek alacaktık, ne bir fırın ne bir market bulabildik. Ekmeksiz kalmak da seyahate dahil.


Ardından Altstadt’ın sembollerinden biri sayılabilecek Wetzlarer Katedrali’ne gittik. Girdiğimiz andan itibaren bir kısmına aşina olduğum hikayelerle çevrelendik. Katedralın duvarlarındaki gravürlerden bazı İncil anlatılarını takip etmek mümkündü. Bilhassa ilgimi çeken şey ise katedralin içindeki turistlere yönelik uyarı levhalarıydı. Örneğin özel bir ayin odasının girişinde “mit Anbetung und Stille” yani “with adoration and silence”. Hazırlık yılından kalma bilgilerime göre adore, kelime olarak hayranlıkla karışık tapınma demek. Yani turistler bu odaya girerken sessiz olmaları için uyarılmakla kalmıyor; içerideki girift figürlere, gravürlere bir “adoration” duymaya davet ediliyor. Bir noktada, yabancı ülkede karşısına çıkan kurallara uyum sağlamaya meyilli turistin zihni tahakküm altına alınmak isteniyor. Analizin sonu.


(Yazılarıma gelen yorumlardan biri de şehre dair analizlerime daha çok yer vermem yönünde bir tavsiyeydi. Fakat “Almanya Günlükleri”nde benim amacım adı üstünde bir günlük tutmak. Kaliteli şehir analizi okumak istiyorsanız sizi şu sayfaya yönlendirmiş olayım: https://yusufhusrev.wordpress.com/2022/07/23/sudan-defterleri-1/)


Sonraki durağımız Museum für Moderne Kunst (Modern Sanatlar Müzesi) oldu. Şansımıza bu sıralarda müzede Marcel Duchamp sergisi vardı. Açıkçası Duchamp, eserlerini yorumlamaya teşebbüs edemeyeceğim bir sanatçıydı benim için. Zira onun ürettiği bir sanat eserini anlamlandırabilmek için başta modernizm olmak üzere postmodernizmi ve post-truth’u doğru okumak gerekiyor diye düşünüyorum. Aksi takdirde eserler karşısında “böyle sanat mı olur?” sorusunu sormak ve hatta “bunu ben de yaparım” kibrine kapılmak zannımca kaçınılmaz bir durum. Duchamp’ı tam olarak anladığımı iddia etmiyorum, ancak MMK, sanatçının dünyasına bir nebze de olsa girebilmeme yardımcı oldu ve daha da önemlisi sanat üzerine bazı “edinilmiş düşüncelerimi” fark etmemi sağladı.


Müzenin ardından ünlü Römer Meydanı’na indik. Grimm masallarından fırlamış gibi görünen evlerin sıralandığı meydan, şehrin diğer bölgelerine nispeten oldukça kalabalıktı. Yalnızca binaların detaylarını incelemek isteseniz bütün gününüzü ayırmanız gerekebilir. Her köşesinde sokak sanatçıları (müzisyenler, pandomimler, palyaçolar), baş döndürücü bir tarih. Karnımız aç olmasaydı, Römer Meydanı’ından kolay kolay ayrılmazdık. Kalabalıktan uzaklaşmak amacıyla ara sokaklara daldık ve kendimizi ünlü Main nehrinin kıyısında buluverdik. Zaten şehrin tam ismi “Frankfurt am Main” yani Main nehrinin üzerindeki Frankfurt. Yemeğimizi nehre nazır bir köşede yedikten sonra yayalara ayrılmış bir köprünün üzerinden karşı tarafa geçtik. Köprünün her iki tarafı kilitlerle donatılmıştı. Paslanmaya yüz tutmuş kilitler de vardı, henüz yeni takılmış olanlar da. Çoğunun üzerinde isimler ve tarihler kazılıydı. İnsanda bir yere “kilitlenme” arzusu fıtri bir şey olsa gerek.


Günü Main nehrinin karşı kıyısında keyifli bir yürüyüşle bitirdik. Nehri ve ötesindeki Frankfurt'u izlerken zaman yorgunu olduğumu düşündüm, geçmiş ve günümüz arasında hızlı paslaşmalar oluyordu gözlerimin önünde. Katedral'deki grotesklere karşı müzedeki pisuvar. Duvarları işlemeli evlere karşı karşı az ilerideki gökdelenler. Herhalde aynı şeyi düşünüyorduk, gökdelenlere bakarken estetistiksiz deyiverdi Zehra. Tarfımızı mı seçtik ne? Yürüyüşün devamı zihnimdeki tüm düşünceleri dağıtıverdı. Çocuklara yönelik bir festival olan Mainspiele’deki kızak rampalarının, şişme kalelerin arasından çocukça bir heyecanla geçtim. Biraz daha yürüyünce bir Türk teknesinden gelen gümbür gümbür horon ve balık ekmek kokularıyla çevrelendik. Biraz ileride bir sirk vardı, bunu da az önümüzde ellerinin üstünde yürüyen birini görünce fark ettik. Bana sorarsanız güne tam anlamıyla fantastik bir kapanış yapmış olduk.





 
 
 

Comments


Yeni Yazılardan Haberdar Olmak İçin:

Thanks for subscribing!

İki Satır Da Siz Bırakın

Yakında Görüşürüz!

Tüm hakları saklıdır İzinsiz kopyalanamaz.

bottom of page