Almanya Günlükleri-4
- Elif Leyal
- 25 Tem 2022
- 3 dakikada okunur
Bu sabah gün aymadı.
6’da uyandık. Dikkatli gözlerin fark edeceği üzere dünkü yazıyı çok geç bir saatte yazdım. Hal böyle olunca bütün yol boyunca trenlerde uyudum. Nereye gidiyorduk? Zehra’yı bırakmaya. Stajı bu sabah başladı. Onu bıraktıktan sonra ne yapacağım hakkında güzel planlarım vardı. Ancak vücudumdaki tüm hücreler acı dolu çığlıklar atıyor ve bu planlara isyan ediyorlardı. Görmezden gelmem imkansızdı. Yolculuk telaşı, yorounluk ve uykusuzluk karşısında vücudum isyan edince düşük tempolu bir gün planladım.

Önce Niederhöchstadt bölgesindeki Skulpturenpark’a gittim. Açık hava heykel sergisi diyebilirim, küçük bir park. Son iki günde gördüğüm sergilerden sonra heykeller beni pek tatmin etmedi, ancak ben parkı zaten şehirden uzak olduğu için seçmiştim, heykelleri için değil. Nitekim park bana tam istediğim (ve hatta muhtaç olduğum) sükuneti sağladı. Yanımda Rilke vardı, biyografisini okuyup kendime çok benzettiğim bu şairin eserlerini Türkiye’den almıştım. Kendisi Alman şiirinin zannımca en üstü. Romanına karşı biraz önyargılıydım, ancak gayet de hoşuma gitti. Bulunduğum ortamın da etkisiyle saatlerin nasıl geçtiğini anlamadım bile. Ardından parkta köpeğini gezdiren teyzelerle sohbet ettim biraz. Derken öğlen oldu.

İnsanın kendisiyle baş başa kalması şifalı bir şey. Gücümü toplamıştım, kalktım. Bir sonraki durak, Goethe Üniversitesi Tıp Fakültesi. THE sıralamasına göre dünyada 300. sırada olan bu üniversiteyi Almanların çok sevdiği belli oluyor. Kiminle konuşsam öve öve bitiremediler. Kampüsü bulmam hayli zor oldu, ama bu Almanca cehaletimden olsa gerek. Çünkü Main Nehri’ne çok yakın ve yeşilliklerin arasında güzel bir konumu var. Binası da oldukça geniş, modern çizgileri var. Bana anlatıldığı gibi elimi kolumu sallayarak girdim binaya. Kimse kimlik sormadı, canımın istediği gibi dersliklerine, konferans salonlarına girdim. 600 kişilik dersliklerin kapılarının ve ışıklarının öylece açık olmasına çok şaşırdım. Üniveristenin fiziksel imkanları gayet yeterli, yalnız klinik çalışmalara ağırlık veren bir üniversite olduğu belli oluyor. Zira laboratuvarlarını bulamadım ve sorduğum öğrenciler (makul sebeplerden ötürü) bana yardımcı olamayacak kadar yoğunlardı. Bu açıdan üniversitenin bir öğrenci ofisinin olmaması inanılmaz bir eks iklik. Aklımdaki pek çok soru cevapsız kaldı. Dahası fakültenin içinde dolaşırken kendimi bir anda hastanenin içinde buldum. Apar topar maske bulmam gerekti. Meğer üniversite hastanesi ve derslikler aynı binanın içindeymiş. Hastane çok güzel, ancak bu “6 yılımı burada geçirir miyim?” sorusuna içime sinen bir cevap vermeme yetmiyor.
Açıkçası Goethe Üniversitesi’nen bir parça hayal kırıklığıyla ayrıldım. Geleceğime dair birtakım boğucu sorular eşliğinde Main Nehri boyunca yürümeye başladım. Ayaklarım beni Altstadt bölgesine geri götürdü. Pazar günü kapalı olan mağazaların arasında dolaştım. Hiç acelem yoktu, Zehra’nın çıkmasını bekliyordum. Derken olabilecek en güzel şey oldu. Yağmur başladı. Ben yürüdükçe tatlı tatlı yağdı. Frankfurt’u esir alan bunaltıcı sıcak da biraz olsun dağıldı. Ben bu güzel havada ne yaptım? Girmediğim sokakların sayısını azaltmaya çalıştım. Elimde Almanca cep sözlüğü, sokak tabelalarını tercüme ettim. İnsanları izledim ve bir dilenci gördüm. (Çok dilenci var aslında, ama nedense ben gözlerimi usul usul ağlayan bu kadından almakta zorlandım.) İnsan zihninin gerçek gülümsemeyle sahte gülümsemeyi milisaniyeler içinde ayırt edebilidiğini duymuştum. Bugün düşündüm ki, aynısı çaresizlik için de geçerli. Zihin değil belki ama kalp, gerçek çaresizlikle kurnazlık bulaşmış çaresizliği derhal ayırt edebiliyor.
Bir fark ettim ki şarjım bitmek üzere. Buraya geldiğim ilk gün powerbank’im bozulduğu için priz bulmam gerekti. Pazar günkü gezimizde kiliselerde priz olduğunu fark etmiştim. Ben de önüme gelen ilk kiliseye girdim. Priz olan bir köşeye çekilip telefonumu şarj ettim. Elimde yine Rilke vardı, ancak insanlar sanırım İncil okuduğumu düşündükleri için bana hiç ilişmediler. Evet, telefonumu kilisede şarj ettim. Yani bugün, Tanrı’dan elektrik çaldım.
Yorgunluğum tekrar kendini hissettirmeye başlamıştı. Zehra’yla buluştuk, aklımızda bir an önce eve gitmek vardı. Öğle yemeğinde Reyhan ablanın bize hazırladığı tostlar vardı, ancak günlerdir az yediğimiz için öğün geçiştirmek artık yetmiyordu ve hatta üstümüzdeki yorgunluğu katmerlendiriyordu. (Reyhan abladan bahsetmeliyim. Kendisi yan odamıza gelen bir melek. Buradaki bir Kuran kursu öğrencileri için yemekler hazırlıyor ve gönlü bol olduğu için bizi de onlardan ayrı tutmuyor. Hoşsohbet, cıvıl cıvıl bir kadın.) Akşam gerçek bir yemek yiyeceğimiz için heyecanlıydık. Bizin bu heyecanımıza inat, dönüş yolu bitmek bilmedi. Önce normalde iki vesait gittiğimiz yolda aktarma yapamız gerekti ve trenler asla zamanında gelmediği için (sürpriz, Almanlar hiç de dakik değilmiş) istasyonda öylece kaldık. Bir şekilde son surağa ulaştığımızda her zamanki otobüsümüz yoktu. Farklı bir otobüse bindik ve inanılmaz uzun sürdü. Zaten ikimiz de uyuyakaldık. Sonra bir bilinç anında bunun kendi durağumuz olduğunu sandık ve tam kapılar kapanırken kendimizi dışarı attık. Tabiki bizim durağımız değildi. Sonraa… kaybolduk. Uzatmayayım, zaten sizi bekleyen bir yemek varken (hele de üç gündür doğru düzgün bir şey yememişseniz) kaybettiğimiz her saniyenin bana nasıl acı verdiğini tahmin edersiniz.
Karnım tok, ancak hücrelerimin çığlığı tekrar kulaklarımı dolduruyor. Sevgili günlük, yüksek müsaadenle uyuyacağım.
Comentarios