Almanya Günlükleri-8
- Elif Leyal
- 30 Tem 2022
- 3 dakikada okunur
Yağmurdan sonra çirkinleşen şehirler vardır, Frankfurt onlardan biri değil. Bugün daha şiddetli yağmur yağıyordu. Ancak kısa aralıklarla; ansızın başlıyor, göz açıp kapayıncaya kadar kesilmiş oluyordu. Önce DİTİB’in Frankfurt merkezdeki camisine gittim. Bizim bildiğimiz cami biçimde değildi, daha çok bir binanın mescide çevrilmiş haliydi. Kadınlar bölümünü gayet sevdim, temiz ve bol ışık alıyor. Türkiye’de büyük olanlar hariç çoğu caminin kadınlar bölümünün karanlıkta kaldığını düşünürsek (bunun hakkında daha çok konuşmalıyız) bu mescit, kendisinden beklenen manevi atmosferi kadınlara da sağlıyor diyebilirim. Ardından, Euro’nun “icat edildiği” söylenen bölgeye gittim. Şehrin ortasına ctrl+v ile konulmuş gibi duran devasa bir Euro sembolü, onu çevreleyen gökdelenlerin arasında sessiz sakin oturuyordu. Gökdelenlerin çoğu bankalara ait. Zira Frankfurt’ta çok fazla banka var, özellikle benim dolaştığım bölge için Almanya’nın ticaret damarı deniyor. Gitmişken oradaki para müzesini de gezmek istedim, fakat ne hikmetse bulamadım. Şimdilik listemde bekliyor.

Sonra Hauptwache’ye indim, Frankfurt çarşılarını gezdim. Özellikle çok methedilen Kleinmarkthalle günlerdir gitmeye fırsat bulamadığım bir yerdi. Sırt sırta vermiş tezgahlardan oluşan çok kalabalık bir kapalı çarşıydı. Tezgahların arasından yürürken sağdan soldan önüme bir tabak uzatılıyor, ilk defa gördüğüm (ve muhtemelen ismini telaffuz edemeyeceğim yiyecekler ikram ediliyordu. Böyle durumlarda artık refleks haline gelen tepkimi veriyordum: Gülümsemek ve “ist das vegan?” diye sormak. Neyse ki burada her şeyin vegan alternatifi var ve görüyorum ki veganizmin nimetlerinden müslümanlar da en az veganlar kadar faydalanıyor. Kleinmarkthalle satıcıları oldukça sıcakkanlı, ikramlarını almadan geçmek anladığım kadarıyla hoş karşılanmıyor. İranlı bir satıcıyla tanıştım, Türkiye’den olduğumu öğrenince “Komşumuzsun” deyip bana fazladan kahveli çikolata ikram etti. Karnım tok gittiğime pişman olduğum bir çarşı diyebilirim.
Oradan çıkışta alışveriş merkezlerini gezdim. Türkiye’deki gibi sınırları belli mağazalardan oluşmuyor, daha çok tezgah sistemine benzer bir düzeni var. Aynı alan içinde farklı mağazaların ürünleri arasında alışveriş yapılıyor. Benden başka böyle bir tespit yapmış olan var mıdır merak ediyorum: Kadın kıyafetleri erkek kıyafetlerinden bariz şekilde daha pahalı. Erkek kıyafetlerinin çoğu tek renk, desensiz ve genel olarak işlevsellik ön planda. Misal, ceketlerin ceplerinin çok fazla olduğu gözüme çarptı. Alışveriş merkezlerini genel olarak pahalı buldum. Primark gibi belli mağazalarda ise daha makul fiyatlara kıyafet bulmak mümkün, ancak onlarda da çeşit sayısı ciddi düşüyor. Kırtasiye bölümleri özellikle ilgimi çekti. İsviçre çakısı gibi bir cetvel gördüm mesela, hem açıölçer, hem gönye, hem pergel hem de küçük bir kalem var bünyesinde. Tüm IB sınavaları için tek alet.
Alışveriş merkezinin önünde, daha önce gittiğimizde kapalı olan bir kilise vardı. St. Catherine Kilisesi. İçinde genişçe bir balkon var ve bu balkonda yalnızca bir duvardan bir duvara uzanan bir org var. İlk gördüğümde “kibirli bir org” diye düşünmüştüm, metal boruları insana tepeden bakıyor. Bu kilisede tesadüf eseri denk geldiğim bir dinletiye katıldım. Çoğunlukla yaşlılar doldurmuştu kilisenin ahşap koltuklarını. Herkes gözlerini kapatmıştı. Zaten org, dinleyicilerin arkasında kalıyordu, insan ister istemez görüntüye değil sese odaklanıyordu. Uyumadığıma eminim, fakat dinleti bitip gözlerimi açtığımda telefondan aldığım kaydın yarım saat sürdüğünü görmek beni çok şaşırttı. Dinleti boyunca “Ortaçağ bir müzik olsaydı böyle olurdu” diye düşündüm.

Ardından Zehra’yla buluştuk ve Frankfurt yakınlarında Bad Soden şehrini gezmeye gittik. Küçücük, sevimli bir kaplıca şehriydi, bariz olsa da bizim bunu fark etmemiz biraz zaman aldı. Etrafımdaki binaların üstündeki “Badhaus” yazısını okuyup Zehra’ya “İyi de ‘bad’ banyo demek değil mi?” diye sorup durdum. En sonunda anladık ki “Badhaus” yani “Banyo Evi” ile hamam kastediliyormuş. Yorgunluğumuza verelim. İnanılmaz güzellikteki bahçelerin ortasında saray gibi hamam binaları vardı. Birkaç saat içinde şehrin tüm ünlü yerlerini gezmiştik. Özellikle son durağımızı “Hundertwasserhaus” binasını çok merak ediyordum. (Hundertwasserhaus = 100 Su Evi) Bir kaplıca şehrinde böyle bir yer ismi duyunca 100 çeşit suyu görmeyi beklemiştim. Meğer ki “Hundertwasserhaus”, o binayı tasarlayan mimarın soyismiymiş ve bu beyefendi bir şekilde Avrupa’nın çeşitli bölgelerine aynı binadan dikmeyi başarmış. Kanaatimce, bir mimar olarak ismini yaşatmak için gayet zekice bir yöntem.
Biz dönerken hala yağmur yağıyordu. Tren yolculuklarımız gerçekten uzun sürüyor, ama çoğu sefer şansımız yaver gidiyor ve birer cam kenarı kapmayı başarıyoruz. Bazen yolda Zehra beni Almanca çalıştırıyor, sıkılmadan (ve aksanıma gülmemeye çalışarak) gramer hatalarımı düzeltiyor, daha uzun cümleler kurmama yardım ediyor. Ama biz yoldayken bugün olduğu gibi yağmur varsa, hele gün batımına denk geldiysek sessizlik içinde dışarıyı izliyoruz. Şehir iki yanımızdan akıp gidiyor.
Comments