Nocturnal Journal-14
- Elif Leyal
- 8 Oca 2024
- 3 dakikada okunur
Bugün öğleden sonrayı suyun altında geçirdim.
Bir zamanlar şöyle bir metafor kurmuştum: Yazmak, suya dalmak gibi. Ses yok, dünya geri çekilmiş. Ciğerlerim çatlamayacak olsa yüzeye çıkmam, diyor insan. İşte bu, bir gece vakti cümleleri ilmek ilmek dokumak gibi. Kimse yok, güvenli. Bir kez yüzeye çıktığında, seni çevreleyen sonsuz mavinin içinde ayan beyan görünür oluyorsun, bilinir oluyorsun. İşte bu yayınlamak, yazıyı başka gözlere açmak. Bir satır yazıyı bile yayınlasan artık onun üzerinde hiçbir kontrolün kalmıyor. Artık mesele okuyucuyla yazı arasında; yazarın edebiyle geri çekilmesi gerekiyor.
Bu eski metaforun paslı tarafları olabilir. Yine de, yüzmekle yazmak arasında bir ilişki olmalı.
Aylardır beni fiziksel ve zihinsel olarak bitkin düşüren çok büyük bir projenin ilk kısmını dün itibariyle sağ salim tamamladım. Bu “projenin” ne olduğundan şimdilik bahsetmiyorum. Aslında bir deney, kendim için bir meydan okuma. İzleyip göreceğiz.
Bu hafta 4 sınava girdim. (2024’e harika bir başlangıç.) Dolayısıyla yolum Fatih kütüphaneleri hariç pek bir şeyle kesişmedi. Ama defterime karaladığım birkaç düşünceyi tartışmaya açmak istedim bu hafta, ilginize sunarım. (”Kafamı ütüleme kardeşim” diyenler sakince bu sayfayı terk edebilir.)
Bazı Düzensiz Düşünceler
A Curious Case: Var Olma Hakkı
-Yaratılmış olma her şeyin benimle eşit derecede var olma hakkı var. Bunu düşünmek çok ilginç çünkü transendental bir tartışma düzlemi gerektiriyor. Var olma hakkının ne olduğunu anlayabilir miyiz? Bizim oturup konuşup üzerinde karar kıldığımız “eğitim alma hakkı” ya da “oy verme hakkı” gibi yapay haklardan farklı bir durumdan bahsediyoruz. Var olma hakkı tamamiyle ontolojik ve her bakımdan ilahi. Bundan bahsedildiğini ilk duyduğumda şüpheyle karşılamıştım. Zira bu fikir, cansızlar da dahil olmak üzere tüm mevcudatı kapsıyor. Bence şüphemin bir sebebi şu: Aldığım tıp eğitimi doğal olarak sürekli canlıyı öncelemek üzerine şekillendiriyor zihnimi. Peki canlıyı öncelemenin düşünceyi kısırlaştıran bazı sonuçları olamaz mı? Bilmiyorum.
Benim Biricik Deklaratif Tarihim
Tesadüf ettiğim kavram “deklaratif bellek” idi, (literatürde farklı kullanımları varmış ama benim sevdiğim bir açıklamaya göre) anıları seçerek yapılan bilinçli bir hatırlama halini ifade ediyor. Aslında buna “Rashomon”, “Vertigo” ya da “Eternal Sunshine of the Spotless Mind” gibi filmlerde rastlamıştık. Yani tamamen yeni bir kavram değil, fakat yine de ilgimi çekti çünkü kanaatimce bünyesinde büyük bir güç barındırıyor. Bu konsepti alıp tarih yazıcılığına uyarlarsak ne olur? Yani olayları seçerek, bir ölçüde manipüle ederek kaydetmek. Diyeceksiniz ki zaten galiplerin yazdığı bir tarihi okuyoruz, yani halihazırda mevcut olan zaten deklaratif bir tarih anlatısı. Ama benim kastettiğim makro-tarih değil, kendi mikro-tarihimiz. Belki de insanın kendi deklaratif tarihini yazmas dışarıya ve bir ölçüde kendine dair hissettiği güvensizliğin panzehiri olacaktır. Bu kendi hikayen hakkında kendine anlattacağın hikayeyi değiştirmek, delüzyonel olmak değil. Belki biraz, ama caizdir.
Bildiğini Nasıl Bilirsin?
Bu kadar sınava tabi tutulunca (sonuçlardan bağımsız olarak) şunu sorguluyorum: Bir şeyi bildiğimi nasıl bileceğim? Bir bilgi parçasını, hafızamın derinliklerinde elimle koymuş gibi buluyor olabilirim ama gerektiğinde o bilgiyi eyleme dökebilecek miyim? Ya da eyleme geçtiğimde o bilgiyi gerçekten kullanacak mıyım?
Bu aralar derste şunları öğreniyoruz: “glycogenesis- gluconeogenesis - glycogenolysis - glycolysis pathways” Bunların hepsi birbirinden farklı süreçler ve hepsinin karmakarışık iç dinamikleri var. (Tam olarak ne olup bittiğini ben de daha anlamadım.) Bazen bu bilgi bombardımanından (huzurlu huzurlu edebiyat okuyan) bir arkadaşıma yakındığımda bana şöyle diyor, “Bu ışıltılı hayatı sen seçtin.”
Tartışmaya dönelim ve sınırlarını biraz genişletelim: Bir insanın gün içinde ortalama olarak maruz kaldığı bilgi miktarını düşünelim. Yalnızca akademik bilgilerden bahsetmiyorum, sosyal medyada karşılaşılan bir paylaşım ya da ses olsun diye açılan televizyondan gelen bir cümle, aklınıza gelebilecek her şey. Bazen böyle rastgele öğrendiğiniz bir bilgiyi ansızın hatırladığınız olmuştur. İşte benim ilgimi çeken şey, bu hatırlama anı vukû bulmadığı takdirde bildiğimizi asla bilmeyecek olmamız. Bilmenin kendisi mucizevi bir olay ama nihayetinde mümkün. Bildiğini bilmenin mümkün olup olmadığını bile bilmiyoruz, bu da meseleyi kendi başına büyüleyici kılıyor.
Hoş, bildiğimizi bilsek ne olacak, o da meçhul. Gerekenden fazla bilgiyle ne yapacağımız çağımızın bilmecesi değil mi?
Bir Kedi

Haftaya görüşürüz.
Merhaba Elif, "gercekden bilmek" ayni senin dedigin gibi o bilgiyi kullanabilir hale getirmek demek. O da bilgiyi yazili bir metin, ezberlenecek kelimeler olarak degil de canli parcaciklar in reaksiyonlari olarak dusunmekden geciyor. Belki de kendine bir glukoz arkadas edinip onunla bir yolculuga cikmakdan....Bu muhtesem yolculukda basarilar dilerim. Nilufer