top of page

Nocturnal Journal-15

  • Yazarın fotoğrafı: Elif Leyal
    Elif Leyal
  • 15 Oca 2024
  • 6 dakikada okunur

Güncelleme tarihi: 16 Oca 2024

Bu satırları Hatay semalarında, henüz havalimanı gözden yitmemişken yazıyorum. Bir haftadır dinlemeye doyamadığım Quadro Nuevo isimli grubun nefis “Antakya” albümü kulaklarımda.

Şöyle başlamıştı: Okulumun Genç Yeryüzü Doktorları Kulübü “3 gönüllüye daha ihtiyacımız var,” duyurusu yaptı. Açtım ajandamı, o hafta ötelenemez olan bir şey var mı diye baktım. Fakat hayatımızda ötelenemez olan, gerçekten ötelenemez olan, ne var ki? Derken kendimi Hatay-Antakya’da buldum. Üstümde beyaz bir yelek ve onun üstünde haddinden fazla ağırlık yapan bir “Gönüllü” yazısı. Ben gibi tazecik bir tıp öğrencisi, sahada vasıfsız bir işçi değil mi? İçimi yakıp kavuran bir endişe, iyiliğe niyetlendim ama hakkını verebilecek miyim endişesi.

Neyse ki Zilan vardı. Kendisi Gazi Tıp 5. sınıf öğrencisi. Hayatı tam manasıyla seven, yaşamaktan hakiki bir coşku duyan harika bir kız. Bu göz korkutan tecrübeme eşlik etti, sahadaki tüm ekip için “işi kolay kıldı.” Birkaç gün içinde kendisini bu blogda misafir etme niyetim var, bekleyiniz.


Antakya Çocuklarının Ülkesi

Psikososyal destek biriminde görev yaptım. Uzman bir psikolog yönlendirmesinde, anaokul, ilkokul ve ortaokul dönemindeki çocuklarla ilgilendim. Sabah 3-6 yaş grubu, öğleden sonra 7-12 yaş grubu ile zaman geçirdik. İlk günler çok idealisttim, küçük gruba sayıları öğretmeye çalışıyor büyük gruba İngilizce’deki temel kalıpları kazandırmaya uğraşıyordum. Sonra çocukların birinden şunu duydum: “Valla buraya gelmesem zamanımı nasıl geçireceğimi bilmiyorum.” Anladım ki mesele sürekli onlara yeni şeyler öğretmeye çalışmak değil, bazen sadece zaman geçirmek. Çoğu okula gitmiyor, giden de yarım gün eğitim görüyor. Dolayısıyla internetin de doğru düzgün çekmediği konteynır kentte “zaman geçirmek” çocuklar için zorlaşabiliyor. Psk. Aşkın hocayla her günün sabahında o gün çocuklarla ne yapacağımı planlıyorduk. Türlü türlü oyunlar, etkinlikler. Futbol oynadım yıllar sonra, hem de olanca sertliğiyle sokak futbolu. Mesela oyun odamız olan konteynırı süsledik, özene bezene bir duvarı su altı şehri yaptık. Neden sonra küçük gruptan bazı çocuklar duvardaki kağıttan balıkları, ahtapotları koparıp parçalamaya başladı. Kendi hayatlarından esirgenmiş özeni, bu kağıt balıklardan kıskanmış olabilirler mi?


Önünü alamadığım bir akran zorbalığı vardı. Eften püften sebeplerle kavgaya tutuşuyorlardı, çoğu zaman onları fiziksel olarak ayırmak zorunda kalıyordum ve bir iki darbeden de nasibimi alıyordum. Sık sık küfür ediyorlardı, sigara içen hatta alkol alan bazı çocuklara da şahit oldum. Evde ya da çalıştığı yerde (evet çalıştığı yerde) şiddet gören çocuklar olduğunu öğrendim. Sonra ben, bedenleri çelimsiz ama gözleri velfecir okuyan bu çocukların karşılarına geçip “birbirinize vurmayın,” diyorum; gülüyorlar. Dünyayla alay ediyorlar. Halbuki çocukluk “hayatta kalmayla” ilgili olmamalı.


Burada kulak vermek gereken çok fazla hikaye var, bu çocukların yaralarından dışarı sızıyor. Kreş grubuna resim yaptırıyorum mesela, çizdiği evin duvarına çatlaklar ekliyor. Kimisi legolarla kule yapıp yıkıyor ve "deprem oldu," diye dalga geçiyor, diğeri bunu duyduğunda bile ağlamaya başlıyor. Bazen çocuklara söz geçirebilmek için boya kalemlerini kaldıracağımı ya da futbol topunu içeri alacağımı söylüyorum. Ama çok net görüyorum ki bu çocukları bir şeyin yokluğu ile tehdit etmek anlamsız. Biri gözlerini kısarak şöyle diyor: “Vermezsen verme, biz Yeryüzü Doktorları yokken de yaşıyorduk.”


Antakya çocuklarının ülkesinde bana görünen her yüreğe yüreğimi değdirmek istedim. Ama insan yetemiyor. Yapabildiklerinin kısıtlılığıyla eli kolu bağlanıyor. Yine de birlikte zaman geçirdiğim çocukların hepsini, beni en çok yoranları ve bazen içimde ağlama isteği uyandıranları dahi, çok sevdim. Giderken sımsıkı kucaklaştık. Yine gelin öğretmenim, dediler. Gelmeyenin yüreği kurusun, dedim içimden.


3 Teyze, 3 Düğüm

Antakya’nın yaşlı hanımefendileriyle tanıştım; oturduk diz dize, konuştuk. Onlardan üç tanesi, boğazıma üç düğüm attı.


BİR- Keremiyet

“Her şeyimiz vardı,” diyor Emira teyze, saleplerimizi doldururken. “Şimdi şu arkadaki çadırda kalıyoruz.” Kaldığımız konteynır kentin hemen önünde, iki direk arasına gerilmiş bir tenteden oluşan el kadar bakkal dükkanını eşi Cemil amca ile beraber işletiyor Emira teyze.


Akşamlardan bir akşam, bu minik bakkaldan alışveriş yaparken gözüm toz salep paketlerine ilişti. Zilan’la aynı anda aynı şeyi düşünmüş olacağız ki her zamanki nazik ifadesiyle sordu, “Abla parasını versek salep yapmak için burada su kaynatabilir miyiz? Bizim konteynırda böyle bir imkanımız yok da…” Emira teyzeyle zaten ayaküstü hoş bir sohbete başlamıştık, neden Hatay’da olduğumuzu da öğrenince ricamıza büyük bir hoşnutlukla cevap verdi. Göz açıp kapayıncaya kadar bir piknik tüpü çıktı ortaya, masanın etrafında iki sandalye daha belirdi. Süt kaynattı bize, Antakya’nın meşhur yemişlerinden çıkardı. Çok ısrar etsek de tek kuruş kabul etmedi. Antakya halkının cömertliği beni hayretler içinde bıraktı. Vardan vermek bir şeydir, yoktan vermek ise… Normalde kendi yaptığım hariç pek salep beğenmem ama o akşamki, hayatımda içtiğim en lezzetli salepti. Bunda muhakkak sohbetin verdiği aromanın etkisi var.


Bakkalın geleni gideni çok oluyordu ve herkes birbirini tanıyordu. O ve sonraki akşamlarda Emira teyze bizi neredeyse bütün köyle tanıştırdı. Artık sık sık bu gönlü geniş insanların misafiri oluyorduk. Depremi dinledik, depremi onların içinde karşılık bulduğu haliyle dinledik. Anlatmaya susamış buradaki insanlar. Belki bizden biraz daha fazla, kendilerini hikaye etmek istiyorlar. Haber spikerlerinin monoton sesi ve sayısal veriler aradan çekildiğinde, ete kemiğe bürünmüş yasa kulak verdiğimde insanın tüm hikayesinin derdinden ibaret olduğunu anlıyorum.


İKİ- Kucaklama

Yağmur yağıyordu, öyle usuldan inceden de değil, sağanak vardı. Bir teyze, doktor konteynırının önünde dolanıp duruyordu. Kızım, dedi, sen şu ilaçlardan anlar mısın? Vakit gelecek, anlayacağım inşallah teyze, demedim. İçeri gel, dedim, anlat bana senin işini çözelim. Meğer yüzü de yazması gibi akça pakça olan bu teyze ağrılar içindeymiş. İki hafta önce doktor ona kullanması için ilaç vermiş ama o hiç kullanmamış, ta ki ağrıları dayanılmaz olana kadar. Şimdi ise hangi ilacın ne için olduğunu ve ne zaman kullanacağını unutmuş. Zilancığımı arayıp sordum, bir çırpıda bize lazım olan bilgileri önümüze serdi. Teyzenin bolca duasını aldı.


Tam konteynırdan çıkıp gidecekken durdu, zaten küçücük olan gözlerini iyice kısarak “Sen benim torunuma benziyorsun,” dedi. Depremden birkaç ay önce doktor çıkmış torunu, benimki gibi kıvırcık saçları varmış. “Öldü,” dedi buğulu bir sesle. “Tüm ailesiyle beraber öldü.” Ve o ufak tefek kadın, kendisinden beklenmeyecek bir kuvvetle beni öyle sıkı kucakladı ki…


Ağır ağır uzaklaşırken nedense o ilaçları en fazla birkaç gün, ağrıyı yatıştıracak kadar alacağını düşündüm. Sanki bu teyze, acıyı yine acıyla tedavi etmeye niyetlenmişti. Belki de bana öyle geldi.


ÜÇ- Sessizlik

Bir gün oyun alanına Kübra geldi. Bir yetişkinin bedenine hapsolmuş bıcır bıcır küçük bir kız. Beraber resim yaptık, hamur oynadık. Sonra gitmek istedi, “Haydi gel beraber gidelim,” dedim. Kaldığı konteynırı bana gösterdi, kapıyı çaldık. Sırtındaki batınî yükten iki büklüm olmuş bir teyze açtı kapıyı. Üçüncü teyze: Kübra’nın annesi. Allah’ım kimseye kaldıramayacağı yük yüklemezsin ama kendi ihtiyacını zar zor giderecek bu teyze engelli kızının bakımını nasıl yapabiliyor? “Buyur içeri gel kızım, seni misafir edeyim,” dedi. Fakat Aşkın hocanın bireysel görüşme için gitmesi gerekeceğini, oyun alanındaki küçük çocukları yalnız bırakamayacağımı biliyordum. Kalbinin üstüne titreyerek reddettim. Bir süre kapıda öylece durduk. Aramızdan kesif bir sessizlik geçti. Belli ki oturup konuşsak anlatacak çok şeyi vardı. Aynı zamanda, kendini ve hikayesini anlatmak için en ufak bir telaşı yoktu. Istırabın kendini en iyi sessizlikle anlattığını bilmekledir ki, başkasının acıyla sarsılırız.


Düz, Alabildiğine Düz

Doludizgin sürdürdüğümüz gönüllülük faaliyetlerinin arasına bir şehir turu sıkıştırdık. Saha koordinatörü Doğan hoca (hakkı ödenmez bir zât), ricamızı kırmayarak bizi şehir merkezine götürdü. Meşhur Uzun Çarşı’yı gezdik, daha doğrusu bir zamanlar Uzun Çarşı olan yerleri ve geride kalan birkaç dükkanı gezdik. “Şehir dümdüz oldu,” diyorlardı. Bunun ne demek olduğunu anladığımızı sanıyoruz. Depremle ilgili pek çok şeyi anladığımızı sanıyoruz. “Acınızı paylaşıyoruz,” diyoruz. Halbuki acı, “belirli bir mesafeden” paylaşılmaz. Hüzne, tam manasıyla, tâbi olmak için hüzünle çevrelenmiş olmak gerekir. Hayır, deprem hakkında hiçbir fikrimiz yok. İnsan orada, yıkıntıların ortasında durup kendisi de bir parça yıkılmadıkça bunu anlayamaz.


Ben Hatay’dayken iki kere deprem oldu. Ne kadar incinmiş olduğumuzu tam unutacakken (!) yer kabuğu bir titremeyle bütün yaraları tekrar açıyor. Sürekli kendini hatırlatan bir travma. Herkesin psikolojisi öyle alt üst olmuş durumda ki artık “yer duruyor biz sallanıyoruz” gibi geliyor.


Bir Zamansızlık Duygusu

Ayrılmadan hemen önce gönüllü ekiple otururken şundan bahseder bulduk kendimizi: Sanki Zilan ve ben yıllardır Hatay’daymışız da birbirimizi uzun zamandır tanıyormuşuz gibi. Sanki geleli yıllar olmuş, aynı zamanda daha dün gelmişiz gibi. Artık biten ve yitmekte olan haftaya dönüp baktığımda kafamda net bir zaman çizgisi de oluşturamıyorum. Yaşanıp bitenlerle yaşanmış kadar olanlar iç içe geçiyor. Belki de mekanın parçalanmış oluşu içimizdeki bu zamansızlık duygusunun sebebidir.


Fakat zamanın bu farklı akışı bir anlamda insana ümit veriyor. Şöyle: Buranın yerlileri Hatay’ın depremden önceki halini biliyorlar ve şimdiki halini biliyorlar. O yüzden şehre her baktıklarında “Hatay bitti,” ya da “Burası artık ayağa kalkamaz,” gibi yorumlar yapıyorlar. Ama şehir var gücüyle toparlanmaya çalışıyor. Ümidim odur ki, biz ne olup bittiğini anlayana kadar yeni bir Hatay yükselecek eskisinin bağrından. “Sana batmak görünür ama doğmaktır o,” diyor Mevlana, tabutun açık mezara indirilmesi hakkında. Hatay’ın Hatay için çalışan insanları var. Yaşayacak kadar talihli olduğu için yaşamayı ödev edinmiş insanları var.


Sonuç Niyetine

İstanbul’a yaklaşıyoruz. İçimde bir “bambaşkalık” hissi var. Bir başka olacak hayat ve bir başka olacağım ben. Zannediyorum ki bu dünyada gelip geçici olduğumuzu yakın bir bilgiyle bilmek için ölümle selamlaşmak gerekiyor. Yahut canımızın yanması, gerçekten yanması, etimizin acıması gerekiyor. Ancak bunu bir ölçüde kavramak için, “gelip geçicilik bilgisi”ne sahip insanların arasında bulunmak yetebiliyor. İster yaşamış, ister şahit olmuş olalım acı hepimizi kırılganlaştırıyor. Aynı zamanda hiç olmadığımız kadar güçlü kılıyor.


Daha önce hiçbir yazımda bu kadar “biz” cümlesi kullanmamış olabilirim. Muhtemelen bu hafta, aldığımız şehit haberlerinin de etkisiyle, hiç hissetemediğim kadar çok aidiyet ihtiyacı, “biz” olma ihtiyacı hissettim. Elbette ıstırapta eşitlik yoktur. Ve elbette birimizin çektiği acıyı diğerinin tam olarak anlaması mümkün değil. Fakat bu, birbirimizin hikayesine ortaklıktan kaçınmak için bir bahane olamaz. Biz millet olarak kolektif öfke oluşturmakta çok başarılıyız. Ama asıl ihtiyacımız olan şeyin kolektif merhamet olduğunu fark edip bunu başardığımız zaman birbirimizi iyi edeceğimize inanıyorum.


Balkon konuşmamı (…) burada noktalayıp bazı isimleri anmak istiyorum. Yeryüzü Doktorları’na ve her soruma sabırla cevap veren Esra başkana bu tecrübeyi mümkün kıldıkları için; Zilan’a yol arkadaşım ve öğretmenim olduğu için; Doğan hoca, Aşkın hoca, Burcu hocaya ve hatta onların ailelerine bize kucak açtıkları, kendilerinden belledikleri için minnettarım. Ve aileme, sadece var oldukları için minnettarım.

 
 
 

Comments


Yeni Yazılardan Haberdar Olmak İçin:

Thanks for subscribing!

İki Satır Da Siz Bırakın

Yakında Görüşürüz!

Tüm hakları saklıdır İzinsiz kopyalanamaz.

bottom of page