Nocturnal Journal- 16
- Elif Leyal
- 22 Oca 2024
- 3 dakikada okunur
Bu yazının sonundan geliyorum. Önümde parçalanmış paragraflardan başka bir şey yok. Düzelte düzelte tekrar yazacağım. Burnum tıkalıyken literal anlamda beynime oksijen gitmediği için bazı ifadeleri birbirine bağlayamıyorum. Cümlelerin sonunu getiremiyorum. Ya da tüm suçu insanlığın oy birliğiyle günah keçisi seçtiği hastalık mefhumunun üstüne yıkmaya çalışıyorum. Gördüğüm kadarıyla benim gibi yazarcılık oynayan insanların bunu yapma eğilimi var: Yazamadığımızda, yazdığımız bir şeye benzemediğinde suçu dış etkenlere atmak. Bulduğumuz sebep aslında ne kadar mantıksız olursa olsun kendimizi bir şekilde ikna ediyoruz. “Yazamadım çünkü odam dağınıktı.” “Yazamadım çünkü pantolonum belimi sıkıyordu.” Ve son şaheserim: “Yazamadım çünkü beynime oksijen gitmiyordu…”
Oturup düşünsem, yazar kimliğimin bu kadar kırılgan olduğunu fark etmezdim muhtemelen. Yahut biri bana söylemiş olsa, pek ciddiye alacağımı sanmıyorum. Ama işte, bazen böyle kendimi suçüstü yakalıyorum. Bu anlar, zihnimi aydınlatan ve tüm yalınlığıyla gözelerimin önüne seren gerçek farkındalık anları oluyor. Karşılaştığım şey her zaman hoşuma gitmiyor (bu durumda “kırılgan bir yazarlığa” sahip olmam gibi) ama sürecin kendisi ve bu kendime dair “aydınlanma” anını tecrübe etmek inanılmaz keyif veriyor.
Geçtiğimiz haftaların tüm koşuşturmacasında “şimdi vakti değil” diyerek bir kenara attığım fiziksel ve zihinsel sıkıntılar, ilk boşluğumda pervasızca karşıma geldiler. Hem kurulun hem seçmeli dersimin sınavını atlattığım gibi hasta oldum. Bu bedenimin “benden bu kadar” deyişiydi. İnsanın kendi kafasının bile ağırlık yaptığı o nahoş günleri yaşıyorum. Erkek kardeşim 10 yaşında olmanın getirdiği bilgelikle “ufak bir grip” teşhisi koyuyor ve bana “abartma sanki öldün” bakışları atıyor. Gerçek şu ki Hatay’dan döndüğümden beri tam manasıyla dinlenemedim. Beni bekleyen devasa bir kurul sınavı vardı önümde. Aslında Hatay’da hemen her akşam (yorgunluktan bir köşede sızıp kalmadan önce) biraz Latince çalışmayı alışkanlık edinmiştim. Bunun döndüğümde iş yükümü hafifleteceğini sanmıştım. (Söylemem gerekir ki Latinceyi gerçekten sevdim, yalnız başımayken kelimeleri telaffuz edip kendi sesime gülüyorum mesela.) Bu sınav döneminde insanlığın keşfedebildiği tüm biyokimyasal süreçlerden sorumlu olmasaydık çalışma saatlerim eğlenceli bile olabilirdi.
Sınavdan sonra “Bir Astronottan Hayat Dersleri” kitabı elime geçti. Tazecik gerçekleşen Falcon 9 fırlatmasının da etkisiyle kitabı hemen okumaya başladım ve bir çırpıda bitirdim. Başlık biraz içeriği zayıflatıyor, sanki bir kişisel gelişim kitabı okuyacakmışız hissi veriyor ama durum hiç böyle değil. Uzaya üç defa giden Kanadalı bir astronotun çok aşamalı prosedürlerden roketin teknik detaylarına kadar hiçbir noktayı atlamadan anlattığı kapsamlı bir özyaşam öyküsü bu kitap. Pek çok bakımdan son derece ufuk açıcı buldum. Astronotumuzun, ardında bir duman bulutu bırakarak gezegeni terk edişinin perde arkasına bir bakış atmayı mümkün kılıyor. Gündeme farklı bir biçimde eklemlenmek niyetinde olanlara tavsiye ederim.
Bir arkadaşım sosyal medyada insanların bu uzay macerasını küçümsediklerinden bahsetti. Roketi Türkler yapmadığı için, çok geç kalınmış bir başarı olduğu için ya da benim bilmediğim başka gerekçelerle uzaya Türk astronot göndermeyi abartmamalıymışız. Elbette bu yorumlar üzerinden sosyolojik analizler yapmak lazımdır ama bu bana düşmez. Sadece, coşku duymak için bir sebebimiz olmasının kıymetini bilmeyen bu huzursuz ruhları anlayamıyorum. Hiç olmasa bile, “Büyüyünce astronot olmak istiyorum,” diyen bir çocuğun bunun gerçek olabileceğini içten içe bilmesi az şey midir?
Önceki hafta yayınladığım yazıya cevap olarak birçok kişi bana ulaşıp deprem bölgesinde gönüllü olmak istediklerini söylediler. Bu beni çok sevindirdi. Çok sık olmasa da bazen (özellikle yazdığım içime sinmediyse) bunu neden yaptığımı sorguluyorum. Nocturnal Journal neden devam ediyor? Neden yapıp ettiklerimi öteki’ne açık bir şekilde kaydediyorum? Bir günlük veya anı defteri de pekala aynı işlevi görebilirdi. Ama böyle geri dönüşler aldığımda yani insanları harekete geçirdiğimi görünce, gerçekten ufak da olsa bir şeyleri değiştirdiğimi anlayınca hissettiğim “işe yararlık” duygusu, tüm vehimlerimi dağıtıyor. Nihayetinde, “tevehhüme itibar yoktur”. Fakat bir kez daha vurgulamaktan zarar gelmez: Bu yazılarımın amacı halka seslenmek değil. Kimseye fikirlerimi dikte etmek ya da herhangi bir anlamda üstünlük taslamak derdim yok. Ben kişisel tecrübemi damıtarak “anlatı takası”na açıyorum. Bence bugün iyice araçsallaşan sanatın insana sunabileceği en değerli şey kişisel tecrübe. Ama bu apayrı bir yazının konusu, hem de sağlam kafa ve sağlam vücudun harcı.
Eh, bu hasta beden ve yorgun zihin bu gece için iyi iş çıkardı. Eliot’un Çorak Ülke II. kısmın sonunda, karmaşa ve zarafeti bir arada yakaladığı şu dizelerle veda etmek istiyorum:
HURRY UP PLEASE ITS TIME
HURRY UP PLEASE ITS TIME
Goonight Bill. Goonight Lou. Goonight May. Goonight.
Ta ta. Goonight. Goonight.
Geçmiş olsun doktor hanım, dikkat et lütfen kendine.