Nocturnal Journal-18
- Elif Leyal
- 6 Şub 2024
- 7 dakikada okunur
Geçen hafta doğum günüm vesilesiyle yazdığım 20 maddeye tıklayıp altındaki paragrafları keşfeden mutlu azınlığı tebrik ediyorum :) Aldığım geri bildirimlerde gördüm ki pek çok kişi o maddelerin açıldığını fark etmemiş. Canınızın sağlığı diyelim.
Bu hafta meselemiz başka. Son zamanlarda çok sık kendimden bahsetmek ruhumda huzursuz bir kaşıntıya sebep oldu zaten. Bu hafta, 6 Şubat yeniden karşımıza dikilmişken, deprem bölgesini gönüllülerin gözünden aktarayım istedim. Bu yazıda önce, sahanın durumu ve gönüllük ile ilgili çektiğimiz 5 dakikalık filmi, ardından beraber Hatay/Antakya’da psikososyal destek faaliyetleri yürüttüğümüz arkadaşım Zilan Ayhan ile kendi gönüllülük tecrübesi üzerine yaptığım röportajı bulacaksız.
Hatay'da Gönüllü Olmak- Tecrübeler
Zilan AYHAN
14.01.2024
Elif Leyal: Hoşgeldin Zilan Hocam. Öncelikle bize kendinden bahseder misin, Zilan Ayhan kimdir?
Zilan Ayhan: Hoş buldum. Zilan Ayhan, Gazi Tıp fakültesinde okuyan beşinci sınıf bir öğrenci. Kendisi şu an bir tırtıl olduğuna inanıyor ve iyi bir kelebek olmak için uğraşıyor. Şu anda aklında hem bilim insanı hem doktor olmak var. Kendini yetiştirmeye çalışıyor. Farklı şeyler öğrenmek peşinde. Öğrenmeyi çok seviyor.
E. L: Teşekkür ederim, şimdi şunu sormak istiyorum: Neden buradasın? Yani gidebileceğin bir sürü şehir vardı depremden etkilenen. Adıyaman, Kahramanmaraş, Malatya... Neden Hatay'a gelmeyi seçtin?
Z. A: Geçtiğimiz Temmuz ayında benim çok yakın bir arkadaşım bir haftalığına gönüllü olarak Hatay’a gelmişti. Benim o zaman finallerim vardı. Döndükten sonra biz görüştük. Ona Hatay’ı, buradaki anılarını sordum. Bana çocuklarla olan fotoğraflarını gösterdi, kaldıkları okulu gösterdi. Sonra şehrin nasıl harap olduğunu gösterdi. Tüm bunları gösterirken gözleri dolmuştu. Halbuki, çok kolay ağlayan, yani insanların içinde çok ağlayabilen biri değildir. Çok etkilenmiştim ve şunu sordum: Yani bu kadar ay geçti ve hala durum bu kadar kötü mü dedim. Sonuçta deprem Şubatta olmuştu ve biz Temmuzdaydık. Sonra geçtiğimiz aylarda, Hatay’da tanıştığı arkadaşlarından biri Ankara’ya geldi, onu misafir etti. Hem güzel dostluklar kurması hem gönüllülük yapması onu kahraman gibi yapmıştı benim gözümde. Ve ben de onun gibi olmak istedim açıkçası. Buraya gelmek, çok hızlı bir karardı. Son sınavdan sonra grubumuza atılan “gönüllü arıyoruz” duyurusuyla haberdar oldum. Hemen iletişime geçtim. Bana dediler ki “Hatay ya da Malatya, Hangisini seçmek istersin?” Gönüllülük tecrübesi olan arkadaşıma sorduğumda bana dedi ki, “Eğer daha konforlu olmasını istiyorsan Malatya’yı seç.” Ben de dedim ki “Konfor kimin umurunda? Ben konfor için mi gidiyorum? Yardım için gidiyorum.” Böylece Hatay’a gelmeye karar verdim.
E. L: Peki Hatay’a gelmeden önceki düşüncelerin nelerdi? Yani burada ne bulmayı bekliyordun, kafanda nasıl bir Hatay canlanıyordu?
Z. A: Bahsettiğim arkadaşım bir okulda kaldığını söylemişti. Biz de herhalde öyle bir yerde kalacağız diye düşünmüştüm. Böyle bir toplu alanda uyuruz diye düşünmüştüm. Ama daha lüks bir yerde, bir konteynırda, kaldık.
Gelmeden şunu merak ediyordum: Arkadaşımın bana gösterdiği fotoğraflardaki harabe kent hala duruyor mu yoksa bir iyileşme var mı? Aradan altı ay geçti Temmuz’dan bu zamana. Elbette ki depremin yıktığı yaşamları, kenti, evleri göreceğimi biliyordum ama yine bu kadar büyük olduğunu hiç beklemiyordum.
E. L: Seni burada özellikle etkileyen bir an ya da bir kişi oldu mu?
Z. A: Aslında beni etkileyen pek çok kişi oldu. Akşamları gittiğimiz bakkaldaki teyze ve amcanın yaşamından oyun alanına gelen çocukların yaşamına kadar beni etkileyen pek çok şey oldu. Günlüğüme not aldım hepsini. Ama en çok etkilendiğim, burada beraber çalıştığımız psikologlardan birinin yaşamı. Hani böyle gayet şen şakraktı, şakalaşıyorduk. Sonradan öğrendim ki o hoca da depremde çok yakınlarını, birinci derece yakınlarını, kaybetmiş. Pek çok kişi terapi için ona dertlerini, kayıplarını anlatıyor. Sonuçta burada tüm ailesini kaybeden insanlar da var. Küçücük çocuklar da var. Ama dışarıdan bakarak ya da biraz sohbet ederek ben onun bu kadar büyük bir yarası olduğunu anlamamıştım. Demek ki bu yaralar dışarıdan gözükmüyor.
E. L: Burada en çok şaşırdığın şey neydi?
Z. A: Şimdi ben ilk gün geldim, çocuklarla etkinlik yaptık ama çok zorlandım. Şöyle düşünüyordum: Herhalde ben bir öğretmen gibi tüm sınıfı susturmalıyım, düzeni sağlamalıyım gibi düşünüyordum. O yüzden yapamadıkça hayal kırıklığına uğradım. “Ben yapamıyor muyum? Eksik miyim?” gibi endişelerim oldu. Çocuklar bazen beni çok zorladılar, mesela aralarında kavga oluyor ya da birbirlerine küfürlü şeyler söylüyorlar. Diğer gönüllülerle konuştum. “Ne yapmalıyım, nasıl yapmalıyım?” diye. İkinci günden itibaren beni yıksalar bile kızmıyordum. “Bak eğer bu davranışı sürdürürsen seni bu oyun alanından çıkarırım” şeklinde bir ceza belirlemiştim. Küçük bir tane oğlumuz var. Üç dört yaşlarında çok tatlı, görünce ısırmak geliyor insanın içinden. Ama ondan daha yaramaz bir oğlumuz daha var. Bunların ikisi aynı gün geldiler. Daha yaramaz olan hani ortalığı yıkmasın diye, ki böyle yetenekleri var, onun kulu köpeği oldum. Ne isterse yapıyoruz, “takla at” diyor, takla atıyorum. Beraber resim yapıyoruz, kule yapıyoruz. Sonra diğer tatlı çocuk ondan önce gelmişti, onunla zaten ilgilenmiştim. Kimle ilgilenmediysem onunla da ilgilenirim diye düşünüyorum. Bir de bu yaramaz çocuk kontrol altına alındı diğerleri huzurla oynar gibi düşünüyorum. Diğer çocuk haklı olarak çıldırdı; onunla ilgilenmiyorum, tamamen bu yaramaz olanla ilgileniyorum diye. Ablasına vuruyor, diğerlerine oyuncak atıyor… Yapma, diyorum, burada biz kimseyi dövmüyoruz, küfür etmiyoruz diyorum. “Böyle devam edersen seni çıkaracağım,” dedim. Tabi devam etti. En son bir kızın suratına bir şey attı ve kızın tam böyle gözünün altına denk geldi. O an ben şok oldum. Ne zaman ben böyle şiddet görsem böyle donup kalıyorum. “Ne yaptın ya, nasıl böyle nasıl yaparsın,” dedim. Ya gözüne gelseydi o an! Onu çıkardım dışarı, kapının önüne koydum. Buna çok sinirlendi. Konteynıra tekme atıyor, tükürüyor. “Bir daha da gelmeyeceğim buraya,” diyor. Suratı da kıpkırmızı olmuş, gitti o öyle. Sonraki gün yine geldi. Hiçbir şey söylemedim. Bu konuyla ilgili tek kelime etmedim, hiç anımsatmadım. Çünkü şunu öğrendim: Çocuklar çok çabuk unutuyorlar. Aynısını benim de yapmam gerekiyor. O gün, buradaki son günümdü. Kendimi biraz hasta hissediyordum. Çocuklara “bakın hastayım beni çok üzmeyin,” dedim. Buna anlayış gösterdiler. Neyse günü kapatırken o bizim tatlı oğlan tam gidecekti. Ben, dedi, gidiyorum. Tamam, dedim. Görüşürüz kendine iyi bak, seni seviyorum, dedim. Tam çıkarken “Geçen gün,” dedi “seni üzdüğüm için özür dilerim.” Kafamdan aşağı kaynar sular döküldü, hiç beklemiyordum bunu. Hani çizgi filmlerde çene böyle yere kadar düşer ya, ben tamamen öyle oldum. “Seni üzdüğüm için özür dilerim,” dedi. Kapıyı çekti gitti. Yaptığının bir hata olduğunu anlayıp bunu aklında tutması ve ben hastayken özür dilemesi, beni en çok şaşırtan an oldu...
(Gözlerinin nemini siliyor...)
Ama genel olarak bu depremin, bu hasarın büyüklüğü, bir de herkesin bir kaybı olması beni çok şaşırttı açıkçası. Kiminle konuşsam ya bir tanıdığı vefat etmiş ya komşusu vefat etmiş ya yakın akrabasından birilerini kaybetmiş. Biriyle tanışırken şunu düşünüyorum: Şu anda ne sormamalıyım? Klasik sorular vardır ya… “kaç kardeşin var?” “Anne baban ne iş yapar?” Birine “kaç kardeşin var?” diye sorduktan sonra “Altı taneydik. Benden büyük iki tanesi öldü öğretmenim” diye bir cevap alınca bu soruların sorulmaması gerektiğini anladım.
E. L: Gerçekten çok fazla şeye şahit olduk burada. Ama bunlardan bazılarını da gülümseyerek hatırlayacağız. Sen burada en çok neyi sevdin, gülümseyerek hatırlayacağın ne var?
Z. A: Burada iki şey söylemek istiyorum. Bir: buradaki insanların sıcaklığı ve misafirperverliği. Gittiğimiz bakkaldaki insanlardan tutun da beraber çalıştığımız ekibe kadar herkes “gel benim misafirim ol” ya da “biliyorsun artık telefon numaram var, Hatay’da bir şeye ihtiyacın olursa beni ara” diyordu. Herkes bir şeyler ikram etmeye çalışıyordu. Sırf birisiyle orada ayaküstü hoş bir sohbet ettiğimiz için bize bir şeyler almak istiyordu. Bu beni çok mutlu ediyordu çünkü ben sıcak kanlı biriyim. Böyle sıcak kanlı insanları görünce çok hoşuma gidiyor. Hemen sarılmak istiyorum.
İkinci olarak da şunu söylemek istiyorum: Şu anda bir konteynır kentte kalıyoruz ve ilk gün geldiğimde tüm bu konteynır kentleri görerek çok şaşırmıştım. Hatta bulunduğum otobüsteki muavin şaşkınlığımı görüp “Abla, sen buralı mısın? Sen nereden geldin?” beni bir sorgulamıştı. Her yer konteynır: Karşımızda lise var, konteynır. Cami var, konteynır. Ama sonra sabah oldu. Bir baktım burada bir yaşam var. Bu insanlar çocuklarını okula bırakıyor, çocuklar klasik liseliler şakalaşıp okula gidiyorlar. Evet konteynır kent ama hani buranın içinde bile bir mutluluk var. Şartlar ne olursa olsun insan mutlu olabiliyor.
E. L: Bu, bana da benzer şeyler düşündürdü. Biz büyük şehirde mutluluğu bu kadar yakalayamıyoruz gerçekten. Biliyorsun biz bu gecenin şafağında Hatay’dan ayrılıyoruz. Düşüncelerin neler? Neler hissediyorsun?
Z. A: Öncelikle iyi ki geldim. Buraya gelirken “acı çeken insanların yanına geliyorum, çok zor olacak,” diye düşünüyordum. Eminim bana bir şeyler katardı ama bu kadar şey katacağını hiç tahmin edemezdim. Ya bunu büyük harflerle yaz: İYİ Kİ GELMİŞİM. Pek çok güzel insanla tanıştım.
İlk gün geldim zaten Elif Leyalle tanıştım, biraz bana kendinden bahsetti. “Aman Allah’ım, dur artık,” diyorum. “Yavaş gel.” Ben de kendimi geliştirmeye çalışıyorum ama bunun böyle canlı bir örneğini görmek beni çok mutlu etti gerçekten.
E. L: Burayı koymayacağım…
Z. A: Mızıkçılık yapma, koy lütfen...
(Gülüşmeler)
Z. A: Şimdi sabah ayrılacağız. Evet, çok üzülüyorum. Hatay’dan ayrılırken “Mutlaka bir şeyler yapmalıyım,” diyorum. Bir şeyler üretmeliyim artık. Ayrıca Arapça öğreneceğim inşallah. Arapça bir kavgaya şahit oldum, iki yaşlı teyzenin bir ırkçılık davası üzerine, anlamayı çok isterdim. Onun haricinde çok iyi kahve yapmayı öğrendim. Antakya kahvesi çay bardağında içilirmiş: Süvari. Böyle kültürel değerleri kaptım. Sonra dediğim gibi depremi anladım, bir insan olarak aslında ne kadar az şeyle yetinebileceğimizi gördüm: güvenli bir sığınak, yemek. Temel ihtiyaçlar karşılanınca aslında ne kadar zenginmişiz. Ailem sevdiklerim hayatta olduğu için çok şanslıyım. Çünkü yaşamın ne kadar çok çabuk son bulabileceğini, ne kadar kırılgan olduğunu anladım. Buraya gelmeden önceki Zilan’ın dertlerine bakıyorum, arkadaşlar arası çatışma gibi küçük dertler, lüks problemler. Ben bu mevzuları çözmüş biri olarak dönüyorum Ankara’ya. Şuna takıntılıydım: Kendimi geliştir, hayallerine peşinden koş. (Buna hala çok inanıyorum ve galiba ölünceye kadar da inanacağım.) Ama bunu yaparken anın da tadını çıkar.
E. L: Ne güzel söyledin. Peki kapatırken son bir sözün var mı?
Z. A: Son olarak buraya gelirken kahraman olmak istiyordum, kendime sürekli “Tamam, hani hayallerin var ama başka insanlar için de bir şeyler yapmalısın” diyordum. Bir kalbe dokunmak istiyordum. Bir işe yaramak istiyordum. Bunu küçücük de olsa yaptığıma inanıyorum. Ve hani bu işte Hatay Antakya maceramın benim için bir kanıt olmasını istiyorum. Bu bir kanıt, “ben bunu yapabildim, fazlasını da yaparım.” Başka yardımlara da koşarım. Buradaki insanlardan şunu dinledim: Depremin ilk günlerinde Türkiye’nin dört bir yanından insanlar arabalarına bir sürü şey doldurup getirmişler. Ve buradaki insanlar bu şekilde karınlarını doyurmuşlar. Bunu öğrenmek de çok güzeldi. İnşallah tekrar böyle bir felaket olmaz. Allah bir daha göstermesin. Ama böyle benzer bir felaket bir şey olduğunda “Zilan arabanı bir şeylerle doldur ve git” diyeceğim kendime. Kendi çapımda küçük bir kahraman oldum ve çok şükür bu beni çok mutlu etti. Bir işe yaradım dediğim gibi. Dönüp de kendimi işe yaramaz hissettiğimde kendime göstereceğim bol bol kanıtım var.
E. L: Teşekkür ederim güzel cevapların için. Ve bloguma konuk olmayı kabul ettiğin için. Ve tabi Hatay tecrübeme eşlik ettiğin için.
Z. A: Asıl ben teşekkür ederim.
Hem Zilan'ı dinlediğimde, hem başka hikayelere kulak verdiğimde şunu gördüm: Olaylar ve kişiler değişiyor, kelimeler değişiyor; paydaş olduğumuz tek şey içimizdeki his. Buradaki yazıları okuyan yahut "Hatay'da Hayat" filmimizi izleyen pek çok arkadaş bana ulaşıp "ne yapabilirim?" diye sordu. Üniversite öğrencileri için söyleyeyim: Tıp, eczacılık, psikoloji gibi bölümlerde okuyorsanız size ihtiyaç var. Sağlık bölümlerinde okumuyorsanız da sahada görev alabilirsiniz. Ben giderken "1. sınıfım, hastanede işe yaramam ama en kötü ortalığı temizler gelirim," diye düşünüyordum. Yapabileceğiniz ne varsa onu yapın. Gidemiyorsanız bulunduğunuz yerden katkı sunmanın yollarını arayın. Mesela, HayatSağlık Dergisi ekibi 23. Sayıyı Deprem dosyasıyla çıkarmışlar, çok kaliteli bir sayı olmuş. Yahut üniversitelerde bağış kampanyaları düzenleniyor, okulunuzda yoksa siz organize edebilirsiniz. Bildiğiniz gibi normalde buradan "halka seslenmek" gibi işler yapmam, fakat bu konuda içimde derin bir sorumluluk hissediyorum. Gâyem şu: Üzerinden 1 yıl geçmesine rağmen sarmayı beceremediğimiz yaralar olduğunu fark edin ve rahatınızı bozmayı göze alarak sizden daha büyük bir işin parçası olun...
Hatay'da son gördüğüm şey, havalimanının duvarına kalın harflerle yazılan şu cümleydi:
"Birlikte, yeniden inşa edeceğiz"
Comments