top of page

Nocturnal Journal-22

  • Yazarın fotoğrafı: Elif Leyal
    Elif Leyal
  • 4 Mar 2024
  • 3 dakikada okunur

Yeniden evirip çevirmeye başladığım bir kavram var: Tekinsizlik. Bu haftayı anlatmak için uygun bir kelime olmasa da hafta boyunca yaşadıklarımla ilginç bağlantılar kuruyor. Aslında “tekinsizlik" kavramı BETİM’deki “Platon Fikriyatı Bağlamında Freud ve Psikanaliz Okumaları” dersinde aklıma düştü. Hafızamın derinliklerinde bu kavramı ilk defa Freud’un tanımladığına dair bir bilgi kırıntısı buldum, meğer ki doğruymuş. Edebiyatta ve psikanalizde tekinsizliğin bir çok tanımı var. Bir tane de ben yazıverdim:

Tekinsizlik: İrrasyonel ürperti. Ortada hiçbir zahir sebep olmamasına rağmen kişinin sezinlediği uğrusuzluk, rahatsızlık hissi.

Geçirdiğim günler huzursuz falan değildi, aksine, yaşama(ya) tutkun olmak için sebepler bulduğum bir haftaydı.


Haftanın başında, içinden kimseyi tanımadığım bir grupla Karanlıkta Diyalog’a gittim. Tecrübemi bir “analog simülasyon” olarak tarif edebilirim. Zifiri karanlık bir ortamda, elimizde görme engellilerin kullandığı değnekler ile, ufak bir İstanbul turu yaptık. Gözlerimiz görmüyorken Taksim’de tramvaya, Üsküdar’da vapura bindik. Karanlıkta çaresizce en yakınımdakine tutunmak istedim. Fakat kimseyi tanımıyor olmanın getirdiği tekinsizlik hissi buna engel oldu. Başım fena dönüyordu ve sık sık kayboluyordum. “Görmeye çalışma” dedi bizi yönlendiren hanımefendi. Öyle de yaptım, görme çabamı terkettim ve gözlerime karanlığın dolmasına izin verdim. Vertigo hissi geçti, tekinsizlik geçmedi.

Karanlıkta geçirdiğim 1 saatlik süre boyunca sayısız düşünce geçti zihnimden. Tecrübenin en çok ilgimi çeken yanı ise şu oldu: Çevreme karşı ne kadar kör isem kendi bedenime karşı o kadar derin bir farkındalık hali içindeydim. Ellerimin nasıl göründüğü bilgisine sahip olmasam da sağ elimin sağda, solun solda; kafamın yukarıda, ayaklarımın aşağıda ve burnumun tam yüzümün ortasında olduğunu biliyordum mesela. Sadece iki gün sonra anatomi dersinde, bu malumun ilanı türünden bu farkındalığımın “proprioception” (yahut güzel Türkçe ifadesiyle özduyum) olarak isimlendirildiğini öğrenecektim. Fakat o an, karanlıkta, bilginin mahiyetinin gözlerimin önünde (!) yepyeni bir biçim kazanmasının hayreti içindeydim.

Sonradan bunun üzerine çok düşündüm. Elimin nasıl göründüğünü- üzerindeki kıvrımları, çizgileri- bilmiyordum; ama tam olarak uzay-zaman içinde nerede, hangi pozisyonda bulunduğunu ve daha da önemlisi elimin bir el olduğunu biliyordum. Acaba bedenim hakkında sahip olduğun bu “özduyumluluğu” zihnim için de tesis etmem mümkün mü? Yani, düşüncenin mahiyetini tam olarak bilmesem bile ne’liğini ve sahip olduğum düşünsel ağ içinde nereye tekabül ettiğini bilmem mümkün mü? Peki bu, nasıl bir bilmek olur? A curious case of mind.


Salı günü İstanbul Modern’de üniversite öğrencileri için verilen bir derse gittim, arkasından da güncel sergileri gezdim. Özellikle “Zamansız Meraklar” sergisinden büyük keyif aldım. Şeyler arasındaki sınırları belirsizleştirme ve (özellikle “Kaybolan Sesler Müzesi” gibi yapıtlarda) hafızanın azizliğine uğramış olana hakkını teslim etme çabası gördüm. Bazı kısımlarda neyin nasıl sanat sayıldığına dair kabullerimi gözden geçirdim. Tüm sergileri bitirip binadan çıktıktan sonra zihnimin kendini -deyim yerindeyse- kalibre etmesi gerekti. Vardığım sonuç şu: Sanırım sanatın ne ya da neyin sanat olduğunu (üzerinde ittifak etsek bile) anlayamayız, yalnız neyin sanat olmadığına dair özgün bir tavır geliştirebiliriz.


Hafta sonu Avrupa Tıp Öğrenci Birliği’nin organize ettiği ve benim okulumun ev sahipliğini üstlendiği bir konferansa katıldım: BlueCon. Yapay Zeka’nın tıpla ilişkisini farklı farklı açılardan inceledik. Uzun zamandır ilk defa bir konferansın akademik yönünden ziyade sosyal yönü beni daha çok memnun etti. Bunda, bu sene Ramazan’a denk gelecek olan 14 Mart tıp balosunun, konferansın sosyal programına dahil edilmesinin payı büyük. Ama bunun da ötesinde Türkiye’nin farklı bölgelerinden gelen tıp öğrencileriyle tanışmış olma zevki var. Konferans boyunca, zaman algısı ve hafıza arasındaki ilişkiyi deneysel olarak anlamaya çalışan, beyni modellemek tutkusu taşıyan ya da kendi sağlık şirketini kurma yolunda emin adımlarla ilerleyen kişilerle sohbet ettim. Ne ilginç hayaller ve hikayeler dinledim… “Yeni insanlar, yeni ufuklar,” derler, doğrudur.


İki güzel kitap geçti elimden bu hafta. İlki, “Papağanlar, Panayırlar, Hasatlar” idi. Şubat olduğuna inanmayacağım kadar ılık bir akşam, SAHA’da (Sağlıkta Hamilik) bu kitabın yazarı Yıldız Ramazanoğlu hanımefendiyle tanıştım; ona edebiyata dair kafamda çözümlemeye çalıştığım soruları sordum. Böylece uğurladım Şubat’ı, bana verdiği fazladan bir gün için müteşekkir olarak.

Bu günlerde büyük bir keyifle Çehov’un biyografisini okuyorum. (Bu yazının nazarınıza sunulmasından hemen sonra kitabı bitirmek niyetindeyim.) Hayatlarımızın (en azından ilk 20 senelik kısmının) parelelliği karşısında ne yapacağımı bilemedim. Çehov’un, özellikle tıp fakültesindeyken, kendine ve topluma dair gözlemleri “bu cümleyi ben kurmuş olmalıyım,” dedirtti bana. Aslında pandemi döneminde Çehov külliyatını bitmez tükenmez bir iştahla okumuştum. Şimdi, hayatına detay detay vakıf olmuşken, onun hakkını tam veremediğime kanaat getirdim. Baştan başlıyorum, ilk öyküsünden. Ufukta görünen Mart günleri şimdiden çok şey vadediyor.


Haftaya görüşürüz.

 
 
 

1 Comment


Zeynep İkbal Aktürk
Zeynep İkbal Aktürk
Mar 08, 2024

sevgili Leyâlî, eksiklikleri dile getirebilmeyi gerçekten isterdim -benden istediğin için- fakat yapamadım.. yine çok keyifle okuduğum ve ufuk açıcı bulduğum bir yazıydı. "Tekinsizlik" hissini her gün bir anlık da olsa hissettiğim şu âlemde tekin olduğuna tüm kalbimle inandığım birinin varlığı ve kalemiyle dürtmeleri çok güzel, çok tatlı ^ - ^


-zeynep ikbal a.

Like

Yeni Yazılardan Haberdar Olmak İçin:

Thanks for subscribing!

İki Satır Da Siz Bırakın

Yakında Görüşürüz!

Tüm hakları saklıdır İzinsiz kopyalanamaz.

bottom of page