top of page

Nocturnal Journal-8

  • Yazarın fotoğrafı: Elif Leyal
    Elif Leyal
  • 27 Kas 2023
  • 5 dakikada okunur

Güncelleme tarihi: 27 Kas 2023

Her haftanın içinde en az üç hafta var.

Her haftanın bitiminde en az üç haftalık yorgunluk hissediyorum. Belki bu yüzden, belki haftanın sonuna doğru sinsice damarlarıma karışıveren melankoli yüzünden pazar günlerini çoğunlukla yatarak ve yazarak (ama çoğunlukla yatarak) geçiriyorum. Sanki haftalık bir neşe ve melankoli kapasitemiz var ve birini erkenden doldurursak diğerini yoğun bir şekilde yaşamak zorunda kalıyoruz. Son zamanlarda gökyüzünün huzursuzluğu- hatta neredeyse saldırgan olması- bunu yönetmeyi zorlaştırıyor.


Yine de bu haftayı tekrar yaşama şansım olmasını isterdim. Hem okuldaki, hem dışarıdan takip ettiğim derslerden ayrı bir keyif aldım. Cerrahi el yıkamayı ve sargı sarmayı öğrendim. Yani doktorculuk oynamaya başladık. Tabi tüm bu heyecanların altında bir korku da yeşermeye başlıyor. Hoca dersin başında, sırf cerrah ellerini düzgün yıkamadığı için oluşan komplikasyonlardan hastanın kaybedildiği vakaları anlattı. Ya da sargı çok sıkı olduğunda dokunun nasıl çürüdüğünden, bazen ampütasyon bile gerekebileceğinden bahsetti. İnsan yeryüzüne hata yapma hakkıyla geliyor ama artık böyle bir lüksümüz olmayacağını dehşetle fark ediyoruz. En azından benim için durum bu. Sınıfta bir kesim de cerrahi el yıkama dersine protez tırnakla gelinmeyeceğini dehşetle fark etmişti. Elif Leyal'in Aydınlanma Biçimleri Üzerine Söylevidir.


Bu hafta su hakkında bir atölyeye gittim, Sylvia isiminde bir “su sanatçısı” ile tanıştım. Onu en iyi böyle tanımlayabilirim. Yirmi seneden beri Türkiye’de yaşıyormuş, “Bir sanatçı için Türkiye’de yapacak çok iş var,” diyor. “Çok ilham ve çok kaynak var.” Türkiye’deki su tarihine ne kadar hakim olduğunu hayretle fark ettim. Düşününce, tüm insanlık tarihini su tarihi olarak okuyabiliyoruz aslında. Bir zamanlar İstanbul’da insanlar su içtikten sonra mesela “bu Beykoz’un suyudur” diyebiliyorlarmış. (Bu bilgiyi havsalam almadı.) Yani özetle, bu atölye suya dair fikirlerimi kökten değiştirdi. Atölyeyi veren hoca, aslında bir doktor. Tıp ve sanatın birbirinden ayrılamayacağını, tıp öğrencilerinin de mutlaka sanatla uğraşması gerektiğini düşünüyor. Sylvia Hanım’ın ebrularının histoloji atlaslarındaki görüntülere ne kadar benzediğini gösterdi bize. Aldığım tıp eğitiminin icra ettiğim sanatı (artık biçimi ne olursa) nasıl etkileyeceğini merak ettim. Ya da sanatımın tıbba bakışımı nasıl şekillendireceğini.


Bu hafta oturdum kendime bir SWOT analizi yaptım. Ne olduğunu ve nasıl yapıldığını geçen hafta Havva Sula hanımefendiden öğrenmiştim. Çok ilginç sonuçlara ulaştım. İç tahliller bende kalsın ama dışa dair tahlillerden bir iki tanesinden bahsedeyim. Fırsatlar ve Tehditler sütunlarına bazen aynı şeyleri yazdım. Mesela kadın olmak. Ya da İstanbul’da yaşamak. Bunlar hem çok büyük fırsatlar sunuyor insana, hem de akıl almaz tehditleri beraberinde getiriyor. Kağıda bir baktım ki, çok şükür, fırsatlar sütunu dolup taşmış. Hayattaki en büyük fırsatlarımdan birinin de Karadenizli bir anneyle Akdenizli bir babanın çocuğu olmak-mış. Mesela annem sayesinde o meşhur “Akdeniz ataleti”nden sıyrılabiliyorum, babam sayesinde de- şey- Karadenizli değilim. Kırılan kalplerin çıtırtısını duyar gibi oldum ama bunu başka nasıl ifade edebileceğimi kestirmedim.

“Ben kimim?” dersinden sonra da “Sen kimsin?” dersini yaptık. Huy nedir? İnsanlar hangi temel huy kalıplarının etrafında kümelenirler? Hangi huy pattern’ini sergileyen hastaya nasıl yaklaşmak gerekir? Farklı karar verme mekanizmaları neler olabilir? Birinin bana şöyle dediğini hatırlıyorum, “Benim için inanmak çok kolay, çünkü bu dünyada ne yapacağım her şeyiyle belli. Kafa yormama gerek kalmıyor.” Ben buna “Biri bana ne yapacağımı söylesin”ci insan tipi dedim. Bu dersten sonra pek çok farklı tipi de kafamda oturttum. Teorimin selameti için bu tip kalıplarına hiç uymayan birileriyle tanışmam lazımdı acilen. Öyle de oldu:


Bu hafta Filistinli bir kızla tanıştık. Sınıf arkadaşımmış. Oturduk bir tatlı yedik, bana neler neler anlattı. Bir Filistinli’nin şu anda Türkiye’yi ve dünyayı nasıl gördüğünü anlamak ufkumu açtı diyebilirim. Konuştuklarımızı burada özetlemem bile mümkün değil. Gazze’den bahsederken derin bir hüzne gömülüyordu. Hareketleri ve konuşması yavaşlıyor, telaffuzu bozuluyordu. “Acı gözlerimin önünde mücessem oluyor,” diye düşündüm. Onu çok üzmek istemedim, okuldan derslerden bahis açtım. Her komitenin sonunda yapılması zorunlu öğrenci sunumları hakkında çok dikkatimi çeken bir tespit yaptı: “Türk öğrencilerin sunum yapmayı bilmemesi çok garip. Daha garip olanı ise sunuma çaba sarf etmemek için resmen çaba sarf etmeleri.” Buna gerçekten şaşırdığını anlayabiliyordum, çünkü bu okulda ilk aldığımız ders (oryantasyonun ilk günü) “Nasıl sunum yapılır?” dersiydi, bizzat tıp fakültesi dekanından dinlemiştik. “PowerPoint’te hazır şablonlar var,” diyor Filistinli arkadaşım, beyaz sayfa üzerine yapıştırılmış üç paragraf yazıyı sunmaya çalışan Türklere karşı, “Just choose one!”

Konuşmamızın sonunda keyifli bir sohbetin nişanesi olarak ikimizin de yüzünde bir kızıllık peydâ olmuştu. Bana dedi ki, “ilk başta yanına gelmekten biraz çekinmiştim.” Bu itirafı alıp da nereye koyacağımı bilemedim. “Aslında çok tatlı bir kızsın, neden sınıfta kimseyle konuşmuyorsun?” Yılların yorgunluğu, my friend, yılların yorgunluğu. (Demedim.)


Yolumun Kesiştikleri

Bir Makale- Tıbbın İlimler Tasnifinde Yeri

Bu hafta tıp tarihi dersleri almaya başladım. “Tıp nedir?” ile başladık. Gördüm ki kaynaklarda tatmin edici, net ve kesin bir tıp tanımı yok. Bir şey niçin tanımlanamaz? Biz “tanım yapmak” derken nesneye aşinalık derecemizi arttırmaktan bahsediyoruz aslında. Tanımladığımız şeyi tanıyoruzdur, ona aşinayızdır. Arapça da ise tanımlamak anlamında يحدد fiili kullanılıyormuş. Yani hudut çizmek, sınırlandırmak. Zannediyorum ki, tıbbı tanımlamaktaki kolektif başarısızlığın sebebi, ona aşina olamamaktan ziyade onun sınırlarını tam olarak belirleyememek. Mesela simyacılar ve kimyacılar arasına çizilebilen keskin çizgiyi şifacılar ile doktorlar arasına çizemiyoruz. Bu okuduğum makale, bir tanımlama savaşına girmeden tıbba ilimler içinde bir yer tayin etmeye çalışıyor. Bu ve benzeri makalelerden ve aldığım derslerden sonra aşağıda verdiğim Önerme1 ve 2’ye bir güncelleme yaparak nihai kararım olan Önerme3’ü oluşturdum:

Önerme1: Tıp; bilimi, felsefeyi ve sanatı içinde barındırır.

Önerme2: Tıp; biraz bilim, biraz felsefe ve biraz sanattır.

⇒ Önerme3: Tıp; aynı anda hem bilim, hem felsefe hem sanattır.


Bir Kitap- Ayna Çarpması

Benim hikaye okumamla yemek yemem birbirine benzer. Sadece önümdekine odaklanarak, çarçabuk. Sağlıksız sayılabilecek kadar hızlı. Eğer bir yemeği yerken yavaşladığımı fark ediyorsam bir anda gözümdeki değeri artıyor. (Özel tarifimle yaptığım yumurtayı yerken mesela. Zira başka bir yemek yapamıyorum.) Ayna Çarpması’nı okurken de yavaşladığımı fark ettim. Yazar, hikayeleri öylece yutmama müsade etmedi. Hikaye resmen boğazıma takıldı. “Asıl maharet tek nefeste yazılmış gibi görünen ama hevesle kaleme sarılanı hüsrana uğratacak bir eser yazmaktır,” diyor ya Kemal Tahir, aynen öyle bir kitaptı. Yine de bir noktayı söylemezsem olmaz, bazı hikayelerde Kürtlükle özdeşleşen motifler çok ağır basıyordu. Neredeyse hikayenin önüne geçmiş gibi geldi. Yazar, kendi kültürünün ögelerini okuyucusuna tanıtmak gibi bir misyon mu taşıyordu? Tanıtmakla “gözüne sokmak” arasında nasıl bir ilişki ola ki?


Bir Dergi- Post Öykü (Filistin Dosyası)

Post Öykü’de bu ay “Post Öykü’nün miadı doldu,” cümlesini okudum. Şöyle özeleştiri yapsak memlekette dert tasa kalmaz. “Başlayan her şeyin nasıl biteceğini de düşünmek gerekiyor.” Öyleymiş. Post Öykü’nün editörleri de zamanında son sayıyı ne zaman çıkaracaklarını düşünmüşler. Ama can tatlı, bir dergiyi ha deyince öldüremiyorsunuz. Bu ayki sayı Filistin temasıyla çıkmış. (Bir soykırımın araçsallaşma biçimlerini tartışmayı sonraya bırakıyorum.) Sınıftaki Filistinli kızla da bu vesileyle tanıştık. Derginin kapağını görünce bana yaklaştı, iyi ki de yaklaştı. Yoksa belli ki meymenetsizliğim dört yanımı insanlara kapatıyormuş.


Bir Resim- Melencolia I

“Gravürde birbiriyle hiç ilgisi yokmuş gibi görülen pek çok şeyin, hiçbir harmoni oluşturma kaygısı ve çabası olmadan bir araya getirildiği, küçücük bir mekana adeta takıldığı görülmektedir.”

(Serol Teber, Melencolia I Gravürü üzerine)


Bir Kedi


Telefon standartlarıma çok gerekli bir yükseltme yapan teyzem sayesinde artık daha kaliteli kedi fotoğrafları çekiyorum. “Madem köpekleri daha çok seviyorsun neden sürekli kedi fotoğrafı paylaşıyorsun,” demişti biri. Elimde değil, Fatih’in çeşmelerinden kedi akıyor.


Haftaya görüşürüz.

 
 
 

Comments


Yeni Yazılardan Haberdar Olmak İçin:

Thanks for subscribing!

İki Satır Da Siz Bırakın

Yakında Görüşürüz!

Tüm hakları saklıdır İzinsiz kopyalanamaz.

bottom of page