Nocturnal Journal- 9
- Elif Leyal
- 4 Ara 2023
- 5 dakikada okunur
Kafamın içinde uçuşan hatıra parçaları var, geride bıraktığım haftadan sahneler var. Bazı anlar, insanlar, bazı kokular ve sesler var. Pazar gecesi oturup bunları evirip çevirmek, sıraya dizmek ve başı sonu belli bir bütünün parçaları haline gelmesini izlemek çok keyifli. Umut odur ki okuması da sizin için keyifli olur.
Dünyanın farklı yerlerinde arkeolojik kazılar sırasında bazı delikli kafatasları bulunmuş. Üstelik bazılarında, arasında yıllar olan birden fazla delik varmış. (Yani bazı insanlar kafatasında bir delikle yıllarca yaşamış!) Bununla ilgili bazı tarihçilerin yorumlarını okudum. Genel kanı, insanın içindeki şeytanı/kötü ruhu çıkarmak için “trepanasyon” denen bu riskli cerrahi operasyonun eski toplumlarda yaygınlaştığı yönünde. Ben, bunun altında başka bir sebep olduğunu düşünüyorum: Belki de kafatasının içindeki basıncı düşürmeye yönelik bir girişimdi bu. Yahut bugün kökü kurumuş olan bir bakteriye/parazite, birtakım fiziksel yöntemlerle müdahale etmeye çalışıyorlardı. Elimizdeki verilerle bunun sebebini tam olarak bilmemiz mümkün olmasa da insanın kafasının içi ağrıyorken her tedavi mantıklı görünüyor. Pazartesi sabahı beni uykumdan kahredici bir baş ağrısı uyandırdı. Vücudum, hayatında görmediği ağrı kesiciye tek günde maruz kaldı. Tek yapabildiğim şey- ki buna bile çok saba sarf etmem gerekti- öylece yatıp uyumaktı. Yani haftanın başında benim için hayat durmuştu.
Sonraki gün fiziksel olarak ayağa dikilsem de kafamın içindeki uğultu öyle kolay geçmedi. Zihnimi bir türlü toparlayamadığım bir döngünün içine girdim. Aynı gün içinde- ama farklı saat dilimlerinde- hem kredi kartımı hem İstanbul kartımı kaybettim. Kabus gibiydi. Kaybettiğim şeyleri düşünmek zihnimi daha da karıştırıyor, bu da yeni şeyler kaybetmeme sebep oluyordu. O günün küçük bir anında durup şunu düşündüm: Kolum bacağım bedenime bitişik olmasa onları da çoktan kaybetmiştim. Allah biliyor da ona göre yaratıyor.
Derhal polisiye okumaya başladım. Polisiye zihin açar derler, doğrudur. “Hafif bir şeyle başlayayım” niyetiyle yıllar önce okumayı bıraktığım Agatha Christie romanlarından birine gitti elim. Zamanında şunu fark etmiştim: Beş Christie romanı okursan altıncısını büyük ölçüde tahmin edebilirsin. Kabul ediyorum ki haksızlık etmişim. Son okuduğum roman, Büyük Dörtler, ortalama polisiyenin çok üstünde bir kurguya sahipti. Bir nefeste bitti. Arkasından hızımı alamayıp bir polisiye daha okudum: Suzy Pommier Cinayeti. Bir nefeste bitti. Daha gerçekçi bir roman olmasına rağmen sonunu bana açık ediverdiği için hassas terazi puanını biraz kırdım.
Büyük hocaları hep kaçırdım/kaçırıyorum. Benim zihnim onların düşünce sistemlerini algılayacak kadar geliştiğinde onlar çoktan vefat etmiş oluyor. Hakan Ertin okumaya başlayalı henüz birkaç ay olmuştu ki hocanın vefat haberini aldım. Aylar sonra Teoman Duralı da -ben kapısını çalıp tanışamadan- ansızın aramızdan ayrıldı. Bu bana çok iyi bir ders oldu, utanmadan çekinmeden ve daha önemlisi tam olarak hazır olmayı beklemeden bizzat tanışmak istediğim hocaların mail kutularını doldurmaya, eşiklerini aşındırmaya başladım. (Nuran Yıldırım, Rana Dajani ve Kwok-yin Wong gibi deyim yerindeyse “göz hapsinde tuttuğum” bazı profesörlerle bu sayede tanışmam mümkün oldu.) Vefat eden mezkur hocaların da öğrencilerinin peşine takıldım. Hakan hocanın öğrencisi Tayyibe hocanın peşini bırakmıyorum (literally). Bu hafta da Teoman hocanın öğrencisi olan Cengiz Çakmak’ın eleştirel felsefe dersine katıldım. Zannediyorum ki başarılı bir dersti çünkü çıktığımda zihnim karmakarışık olmuştu. Ana hatları olmayan yahut her hattı ana hattı olan bir dersi özetlemem mümkün değil. Ama bana kalırsa yaptığımız dersi en iyi şu cümle ifade ediyor: Hiçbir akla yatkın düşünce yoktur ki tam tersi de akla yatkın olmasın.
Bu hafta bir de Biyofıkıh dersine gittim. Biyoetik hakkında biraz okuma yapmıştım ama biyofıkıh? Terra incognita. Açıkça söylemem gerek, fıkıh cehaletim karşısında dilim tutuldu. Bu hayret hali ise beni biraz aydınlattı. Sonuçta en karanlık cehalet, cehaletin farkında olmamak değil midir?
Dersten sonra defterime baktığımda bir cümleyi tekrar tekrar yazdığımı, altını kalın çizgilerle çizdiğimi gördüm: Hakâiku'l-eşyâi sâbitetün, yani şeylerin hakikati sabittir. Yani kavramlar akışkan değildir. Mesela soykırım, soykırımdır. Soykırım ama/ve nefs-i müdaafa değildir. Kınamak, kınamaktır. Kınamak ama/ve yardım göndermek değil. Bir biyofıkıh dersinin bana bunları düşündürmesi normalde ilginç gelebilirdi ama zihin dünyalarımız şahit olduğumuz vahşet hasebiyle geri alınamaz şekilde değişti. Ölümün hakikati artık çoğumuz için daha aşikar.
Son olarak bu hafta tığ kullanmayı öğrendim. İlmek ilmek işleyerek anneme ufak bir anahtarlık yaptım. Bunu bana öğreten arkadaşım “25 kere söküp baştan başlama hakkın var,” demişti. İçimden saymaya başladım, on ikinci denememde öğrendim. Elim alıştı, hızlandım. Sonra farkında bile olmadan bir ilmeğin ardına diğeri eklendi ve anahtarlığı bitiriverdim. Ne zamandır zihnimi yatıştıracak bir meşguliyet arayışındaydım. Eskiden yan flütle birkaç parça çalmak yetiyordu. Şimdi 6 kişilik bir odada kaldığım için artık bu gündemde bile değil. Tığ işi yapmak yeterli bir alternatif olacak mı? Bunu göreceğiz.
Haftanın son akşamında House of Performance Sahne’deki Montaigne tiyatrosunun galasına katıldım. Bir oda tiyatrosuydu, şimdiye dek şahit olduklarımın en iyisiydi. Meğer tiyatro, 21. yüzyılda hala katharsis iddasını sürdürüyormuş. Göz ucuyla bile saate bakma ihtiyacı hissettirmeden akıp gitti. “Bu sanat eseri ilk defa şu anda gözlerimizin önünde var oluyor,” diye düşündüm. Gerçekten de hem oyunculardan hem oyun ekibinin yüzünden gala gecesi heyecanı okunuyordu. Oyun sonunda tüm ekiple tanıştık, en son da yönetmen davet edildi. Sahneye sekerek çıkan ufak tefek bir kadın. 24 yaşındaki bu hanımefendiye yönetmen koltuğu emanet edilmiş, o da Montaigne’nin bir akşamına- hatta birkaç saatine Denemeler’i sığdırmış.
Bu keyifli seyirimde bana Zeynep Cansu eşlik etti. Bir baktım ki beraber yürüdüğümüz kısacık dönüş yolunda tüm oyunu tartışmışız, bir sonraki oyun için sözleşiyoruz… Fakat bu buluşmalar nadirattan. Gezegenlerin milyon yılda bir aynı hizaya gelmesi gibi farklı tıp fakültelerinin kurulları da çok nadir senkronize oluyor. Yine de Cansu’nun dediği gibi “kuruldan sonra tıp okumak çok zevkli” ve bu tarihi doğa olayı gerçekleştiğinde Montaigne’in bir akşamı gibi şahit olmaya değer anlar yaşayabiliyoruz.
Yolumun Kesiştikleri
Bir Makale- Motile Living Biobots
Bu hafta okuduğum bu makale beni çok heyecanlandırdı. Hücre boyutunda robotlardan haberim vardı fakat hücreden robot yeni bir şey. Bu anthrobotlar Gizem Gümüşkaya isminde bir araştırmacı ve ekibi tarafından tasarlanmışlar ve fazlasıyla özelleştiğinden kendini yenileme (regeneration) özelliğini kaybeden nöronları onarmayı başarmışlar. Her bireyin kendi trake hücrelerinden oluşturulan bu robotlar, kişiselleştirilmiş tıp pratiklerine yeni bir soluk getirecek gibi görünüyor. Araştırmacılar, “doku mühendisliği 2.0” olarak isimlendirilen bir çağa girmek üzere olduğumuzu söylüyorlar. Hala kendimemaraştırmalarımı yoğunlaştıracak bir alan seçmeye çalışıyorum. Belki doku mühendisliği insanlık için olduğu kadar benim için de umut vericidir.
Bir Kitap- Kan Revan İçinde
Tıp tarihi derslerime destek olsun diye elime aldığım bu kitap beni dersin çok ötesine taşıdı. Yazar, tıp tarihini hastalıklar, doktorlar, bedenler ve laboratuvarlar gibi farklı kavramların ışığında tartışıyor. Yani hiçbir anlamda bir kronoloji kitabı değil ama kronolojik ilerlemeyi de kitabın içinde bulmak mümkün. Benim hoşuma giden şey yazarın bir fikir olarak tıbbın zaman içinde nasıl değiştiğini ve dönüştüğünü irdelemesi. Yapacağım mesleğin fikri arka planını yavaş yavaş inşa ettiğimi hissediyorum. Yazarın bazı katılmadığım fikirleri de var elbette ama yolumun kesiştiğine memnun olduğum bir kitap.
Kitapla ilgili son söyleyeceğim şu: Bu insanlar böyle güzel kitap isimlerini nereden buluyorlar ya hu!
Bir Film- Inshallah A Boy
Filmekimi’nde izlemeye niyetlenmiştim bu filmi. Geç oldu ama hakkını vererek izlediğimi düşünüyorum. Filmi genel itibariyle beğendim ama söylemeden geçemeyeceğim bir nokta var. Şöyle derler: Karakterinizin başını belaya sokacak tesadüfler harikadır ama onu kurtaracak tesadüfler çöptür. Bu sözün bu film için ne kadar geçerli olduğu tartışmaya açık.
Bir Kedi

Bu haftanın yazısını geciktirdim diye sitemli mailler, endişeli mesajlar aldım. İnanması güç ama söz söylememi bekleyen insanlar var. Bu da bir yazar parçasına onur olarak yeter sanıyorum.
Haftaya görüşürüz.
Comentarios